Anadolu’nun birçok yerinde yakın zamanlara kadar nice insan bizim yaz dediğimiz yay mevsiminde dağlara doğru yayılır ve dağın gözyaşı döktüğü bir yere yayla deyip konardı. Ovalar ve nehir kenarları kışlak, dağlar ve pınarların başı yaylaktı. Kışın kasvetinden ve evlere mahkûm kılmasından kurtulup dağlara doğru yayılırdı insanlar. Binlerce yıllık bu gelenek, insanoğluna yola çıkmayı, yolda olmayı, yoldaş bulmayı ve yoldaki muhtaçlığı belletirdi. Her seferinde yeniden başlamayı, yeni bir yer kurmayı, tazelenip yeniden kurulmayı, pes etmemeyi ve hep hazır bulunmayı anlatırdı. Bütün bunların ötesinde en çok da bu dünyada bir misafir olduğunu öğretirdi. “İnsanoğlu kuş misali daldan dala konabilir” sözü işte o zamanlar sıklıkla duyulurdu. Çünkü topraktaki ve tabiattaki değişime sürekli bir şahitlik vardı. Toprağa, toprağın verdiklerine ve tabiata uygun yaşanırdı. Kış gelince ağaçlar soyunur, insanlar kalın kalın giyinirdi. Yaz gelince ağaçlar meyveye durur, insanların giysileri incelirdi.
Gel gör ki birilerinin daha çok kazanma arzusu insanları şehirlere sıkıştırdı. Baba ocakları sönmeye, kasabalar ve köyler birer birer boşalmaya başladı. Köyler boşaldıkça yaylalar da yalnız ve öksüz kaldı. Şimdilerde şehirlerde bunalmış insanların günübirlik gezi mekanları haline geldi.
Halbuki kadim zamanlardan beri yalnız yörüklerin yahut göçerlerin değil, kendi kalbine ağmak ve bir başka ben olarak yeniden doğmak isteyenlerin yolları mutlaka bir dağa düşer, birkaç günü bir yaylada geçerdi. Çünkü eskiden beri bilgelik yolunun yolcuları dağları tanrı ile temas noktası bilip bir dağa sığınır ve dağları dinlemeyi arzulardı. Kalabalıklar içinde yaşananlara aklı şaşa kalan ve kalbi dayanamayanlar, görüp işittiklerinin hakikat mi yoksa hayal mi olduğunu anlayabilmek için insanlardan biraz uzaklaşıp dağların eteklerinde uzlete çekilirdi. Malumdur ki uzlet azlık demekti. Kalpteki kirlerden ve kapı dışındaki kötülüğün karanlığından uzaklaşmak, tutsak eden tutkuları “terk edebilme” cesaretini gösterebilmekti.
Devir ne kadar da çabuk değişti. Yörükler yürümez, göçerler göçmez oldu. Niceleri ellerinde birer organa dönüşen telefonlarla uzletsiz ve tefekkürsüz bilgiç birer filozofa dönüştü. Ah şu insanoğlu! Ne kadar da kendine zulmetmekte…
İşte bütün bunları düşünerek kendimize zulmümüzü azaltmak için biz de dört arkadaş, bir kere daha öksüz ve yalnız kalan yaylara gitmeye karar verdik.
Haziran’ın son günlerinde Şırnak’tan yola çıkarak, Uludere güzergahından 2230 m yükseklikteki Tanin dağlarını aşıp Beytüşşebap’a ulaştık. “Gençlerin Evi” anlamına gelen bu şehir, dağların zirvesinde bir kartal yuvası gibi. Cuma namazından sonra Zozan (Yayla) Çay bahçesinde birkaç bardak çay içtik. Ağaçların altındaki bu kır bahçesinin ne kadar da çok seveni vardı. Taş sesleri kuş seslerini bastırıyordu. Buradan ayrılıp yaklaşık bir buçuk saatlik araçla tırmanıştan sonra bölgenin en büyük yaylası olan Faraşin’e vardık. Faraşin uçsuz bucaksız bir yeşillikler vadisi… Pınarları ve pınarların oluşturduğu derenin çizdiği menderesleri, rengarenk çiçekleri, göletleri ve gölleriyle bir doğa harikası. Yaylanın kuzeyinde bulunan ve araçla bir saat mesafede yer alan Çalyan Gölüne vardığımızda neredeyse nefeslerimiz kesilecekti. Gölün kenarındaki henüz erimemiş karlar, karların eridiği yerlerde açan rengarenk çiçekler bizi sanki nisan ayının ilk günlerine götürdü. Suyu buz gibi soğuk ve berrak bu gölden abdestlerimizi alıp çimenler üzerinde ikindi namazını kıldık. Beytüşşebap’tan aldığımız lavaşların arasına sardığımız otlu peyniri de yedikten sonra kimselerin geçmeye cesaret etmediği dağdaki toprak yollardan, koçerlerin (göçer) yol tarifleriyle Hakkari’ye geçtik. İkindi serinliğinde başlayan yolculuk yatsı namazı vaktinde sona erdi.
İstirahate geçtiğimizde Faraşin Yaylası’nın güzelliği gözlerimin önünden gitmezken, doğunun tavanı sayılabilecek bu yaylanın tarihi de bir film şeridi gibi geçti zihnimden. Zira gelirken yol üzerinde gördüğümüz dört bin yıl öncesine kadar uzanan Asur ve Urartu dirhelerinin (şimdiki askeri kalekol) işaret ettiği üzere burası stratejik bir mekândı ve günümüzde de yüzlerce askeri üst bölgesiyle kontrol altında tutulması bir zorunluluktu. “Coğrafya kaderdir.” sözünün bir boyutu da bu olsa gerekti. Asur ve Urartular arasındaki zengin mi zengin kayıp iki küçük devletin yani Ukku ve Ubuşka beyliklerinin de bu yaylanın kuzey ve güney yakasında yer aldığını ve henüz tarihi hiçbir çalışmaya yeterince konu olmadığını düşünürken uyku göz kapaklarıma galip geldi.
Ertesi gün erkenden kalkıp Hakkari’nin meşhur yaylası Berçelan’a doğru yola çıktık. Üç hafta önce Hakkari’ye geldiğimizde yolları kar nedeniyle kapalı olan yaylanın yolları henüz açılmıştı. İki saat süren yolcuktan sonra bir yeryüzü cennetine ulaştık. Çevre illerden gelen koçerler meralara yerleşmiş, kimi keçilerini sağıyor, kimi koyunların kırpıyor, kimi ise henüz çadır kuruyordu. On binlerce koyun ve keçinin yayıldığı bu yaylaya tüccarlar da gelmiş ve her biri yüzlerce kilo peyniri araçlarına yükleyip ayrılıyordu. İki şeye çok üzüldük: Yün artık para etmediği için kırkılan koyunların yünleri dört bir yana atılmış ve hatta dağılmasın diye tepecikler haline gelmiş yünler yakılıyordu. Polyester, yüne galip gelmişti. Bizi üzen diğer şey ise bin bir zahmetle peyniri yapanlardan çok tüccarların kazanmasıydı.
Yaylayı yaşamak için bir keçiyi de biz sağdık ve süzüldükten sonra ılık sütünü oracıkta içtik. Bir de yoğurdu vardı ki doyumsuz bir lezzetti.
Nihayet koçerlerin yanından ayrılıp çiçeklerin güzellikte birbiriyle yarıştığı tenha bir yerde semaverimizi yaktık. Çay olana kadar dolaştık ve peynirin içine konan sirik otu/yabani sarımsaktan iki poşet dolusu topladık. Bir ekin tarlasını andıran sirikler henüz yeni çıkıyordu ve su gibi tazeydi. Çayın başına geldik yufka ekmeğimize sardığımız taze peyniri ve yeni topladığımız sirik otunu çay öncesinde doyasıya yedik.
Yanımızdan akan kar sularıyla demlediğimiz tavşan kanı çaydan herkes doyasıya içti. Dört bir yanımızdaki çiçekler o kadar güzeldi ki her biri rengi ve kokusuyla kendine davet ediyordu. Ben de davete icabet edip boşalan bardağımı yere koydum ve bir süre yanlarına uzandım. İşte tam da o anda bir çiçek öptü beni. Gözlerimi kapattım ve sessizce bekledim oracıkta. Bir diğer çiçek kokusuyla mest etti. Eğildim ve bir buse kondurup mor yapraklarına, onu da kokladım. Bir süre daha öylece bekledim. Aramızda oluşan bu bağ üzerine birlikte bir fotoğraf çekildik çiçeklerle ve “Ya nasip” diyerek seneye görüşmek üzere sözleştik.
Suların arasında oluşmuş bir küçük çiçek adasında öğle namazını cemaatle kılıp dönüş yoluna düştük.
Ayrılırken yanağımdaki buseyi unutmayıp, el salladım çiçeklere.
Ve baktım ki nice ağrılarım geçip gitmişler. Demek ki doğruymuş, “öpünce geçiyor.”