Ne demiş uçurumda açan çiçek
Yurdumsun ey uçurum
Cemal Süreya
Eğitim sistemindeki temel paradigma, insanın inşâsı olmalıdır. Yetiştirilecek bu insan modeli, küresel dünyada kendi inancı ve insanî değerleriyle var olacak, öz benliğine sahip çıkacak, kültürel zenginliğini muhâfaza edecek, vatan ve millet ülküsüne sarılmış bir insan prototipi olmalıdır. Pergel metaforundaki gibi bu insan modelinin bir ayağı, mîmârî formu ve mûsikî zevki gibi yüzyıllardır süregelen kendi medeniyet kıymetlerinde diğer ayağı evrensel değerlerde olmalı. Çünkü yerelliği korumadan evrensel olunamaz.
Ne yazık ki gündüz örülüp gece sökülen ve Penolepe’nin örgüsünü çağrıştıran bugünkü bu “yap boz sistemi”nde vatan sevgisi, millet olma bilincinden uzak; aidiyet duygusu zayıf, tarihine yabancı, sosyal olaylara kayıtsız ve cellâdına âşık bir nesil yetişiyor. Bu gençliğin nazarında tarih, 1923’ten îtibâren başlıyor.
Bu kuşak; Berlin’i, Londra’yı, Viyana’yı, Paris’i, Toronto’yu, New York’u refâhın, hür düşüncenin, özgür yaşayışın hatta adâletin ve insan haklarının kalesi gibi görüyor. Memleketinden fersah fersah kaçmak histerisiyle, -tabiri câizse- ilk fırsatta kapağı bu ülkelere; Almanya’ya, Kanada’ya ve Amerika’ya atmak istiyor.
Eğitim sözcüğü, bir teze göre etimolojik olarak “iğdiş etmek” filinin de bağlı olduğu “iğitmek” kökünden türetilmiştir. Diyebiliriz ki bugünkü eğitim sistemi, kafaları iğdiş ederek hedefine doğru yol alıyor.
Günümüz gençliğinin nazarında eğitim; çok para kazanma, yüksek maaş, iyi bir iş ve geçim vâsıtası görülüyor. Söz konusu kuşağın alâmet-i fârikası “sabırsızlık” olduğundan bu kuşak, bir an önce emeğinin karşılığını alıp derhâl hayata atılmak istiyor. Nitelikli bir insan olmak yerine iyi bir kariyer sahibi olmayı hedefliyor. Yani eğitim; konfora, lükse, benmerkezciliğe yatırım aracı görülüyor. Çünkü “hayata henüz atılacak gence, ‘adam olma’ ideali yerine ‘zengin olma’ ihtirası aşılanıyor.”
O halde bize lâzım olan ne?
Nurettin Topçu’nun ifâde tarzıyla söylersek; bize bir “insan mektebi” lâzım! Bir mektep ki bizi kendi rûhumuza kavuştursun. Bu mektep, her hareketimizin ahlâkî değeri olduğunu tanıtsın. Hayâya hayran gönüller, insanlığı seven temiz yürekler yetiştirsin. Her ferdimizi milletimizin târihi içinde aratsın. Vicdanlarımıza, her an Allâh’ın huzurunda yaşamayı öğretsin.[1]
Peki, değerlerin hızla tüketildiği bir çağda insanî değerlere ve millî kimliğe hâiz bu gençliği nasıl yetiştireceğiz?
Bilindiği üzere mevcût sistemde öğretmen, “tam sorumlu, hiç yetkisiz.” İnisiyatif kullanamıyor. Eğitim politikalarını kim planlıyorsa varlığını ona armağan ediyor. Fakat biz, Türkiye Yüzyılı Maarif Modelinin bize tanımladığı sınırlar içinde her hakkı fırsata çevireceğiz.
Çünkü yine Topçu’nun tespitiyle yarınki Türkiye’nin kurucuları, yaşama zevkini bırakıp yaşatma aşkına gönül verecek, sabırlı ve azimli, lâkin gösterişsiz ve nümâyişsiz çalışan, rûh cephesinin maden işçileri olacaklardır.[2]
Biz edebiyat öğretmenleri, evvela okuma kültürünü inşâ edeceğiz. Okumak, beyinde sinir hücreleri arasında yeni bağlantılar kurarak beyni geliştirir. Okumak, zihni keskinleştirirken kalbi inceltir. Ve okumak, geniş bir yelpazeden düşünmek için aklı eğitir.
Şahsî kanaatim, kimlik inşâsında okumanın büyü te’sîri var. Okuyan, düşünce üreten; fikirlerini uygun platformlarda paylaşan, arkadaşlarıyla tartışan ve eyleme geçiren gençler umutlarımızı yeşertecektir. “Bir kitap okudum, hayatım değişti.” diyenleri hiç de yadırgamıyoruz.
Edebiyat derslerinde haftada bir saatimizi okumaya, bir saatimizi de okuduklarımızı müzâkere etmeye ayıralım. İlk önce vasat kitaplardan ya da popüler kültürün dayattığı piyasa kitaplarından âzâde kılalım gençliği.
“İkra’!”[3] diye başlamıyor mu Yüce Yaratıcı bizimle konuşmaya? “Okuyun!” diyor Ali Şeriâtî, “Okuyun!” “Çünkü mürekkebin akmadığı yerde kan akıyor!”[4]
Şimdi asıl soru şu: Yerli ve millî kimlik inşâsı için liselerde kimleri ve hangi eserleri okutalım? Örnek teşkil etmesi açısından benim nâçîzâne önerim şöyledir:
– Soy soylayıp boy boylayan, adı güzel Muhammed’e salâvat getiren Dedem Korkut’u okutalım.
– “Okumaktan mânâ ne/ Kişi Hakkı bilmektir/ Çün okudun bilmezsin/Ha bir kuru emektir.”[5] diyen değerlerimizin ve Türkçenin zirve şâiri Yunus Emre’nin “Divân”ını okutalım.
– Hekim Ali Paşa konağının bulunduğu sokakta barut fıçısı üzerinde oynayan, toza bulanmış kız çocuklarının söylediği “Aç kapıyı bezirgânbaşı, bezirgânbaşı/ Kapı hakkı ne verirsin? Ne verirsin?” türküsünü işitince “İşte devam etmesi lazım gelen, bu türküdür. Her şey değişebilir, bu konak da değişebilir hatta biz kendi elimizle değiştirebiliriz ancak çocuklarımız bu türküyü söyleyerek ve bu oyunu oynayarak büyümeli.”[6] diye kendi düşüncesini romanın baş karakteri Mümtaz’a söyleten ve modernin karşısına geleneği çıkaran Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur” romanını okutalım.
Ve yine onun “Beş Şehir” şehrengîzini, “Yaşadığım Gibi” adlı denemelerini, “Sahnenin Dışındakiler”, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” romanlarını okutalım.
Kafka’yı, Goethe’yi, Shakespeare’i okutmadan önce Tanpınar’ı okutalım. “Bizim edebiyatımız güçlü bir edebiyat değil.” tezini yıkmak için de okutalım Tanpınar’ı. Okusun ki ezberi bozulsun gencin.
– “Kâmus, bir milletin hâfızası, yani kendisi; heyecânıyla hassasiyetiyle şuûruyla… Kâmusa uzanan el nâmûsa uzanmıştır.”[7] ve “izmler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleridir.”[8] diye bam teline dokunan Cemil Meriç’in bu ülkeye en büyük armağanı “Bu Ülke”yi okutalım.
– Geçmişi unutturulmuş, rûhunu yeni efendisinin emrine sunmuş, kendi değerlerine, ailesine, halkına bilinçsizce ihânet eden “mankurt”u ve “mankunkurtlaşma”yı konu edinen Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel”ini okutalım.
– “Etmeyin Reis Bey siz ağlayamazsınız; ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz. (…) Siz merhametten, acıma duygusundan yalnız kötülük doğacağına inanmışsınız.”[9] diyen Necip Fazıl’ın katı adalet anlayışından merhamete geçişin öyküsünü içeren tiyatro eseri “Reis Bey”i okutalım.
– “Allah’a inanmayan çağ, ölü bir çağdır. Çağ, Allah’a inanmakla dirilecektir.”[10] diye söze başlayan Sezai Karakoç’un “Ruhun Dirilişi”ni okutalım.
-İnsana, aileye, topluma “gerçekçi” ve “merhametli” bir gözle bakan; karmaşık şehir hayatına karşı tabiata, inanca ve yerli kaynaklara yönelme çabası içinde olan Mustafa Kutlu’nun hayata güzel tarafından bakmaya teşvik eden hikâyelerini okutalım.
– Dil estetiği ve dil bilinci aşılayan Nihat Sami Banarlı’nın “Türkçenin Sırları”nı okutalım. Yine dil estetiği, pürüzsüz dil bağlamında Yahya Kemal’in şiirlerini okutalım.
-Yerliliğe ve milliliğe dikkat çeken Samiha Ayverdi’nin “İbrahim Efendi’nin Konağı”nı okutalım.
– “Ey Osmancık bundan böyle, bölmek bize, bütünlemek sana; üşengenlik bize, gayret sana; uyuşukluk bize, rahat bize, uyarmak, şevklendirmek, gayretlendirmek sana.” diyen Tarık Buğra’nın tarihî romanı “Osmancık”ı okutalım.
“İnsanı okumak kurtarır.”[11] diyor John Ruskin. Evet, değer aktarımı, dil bilinci, yerli ve milli kimlik inşâsı, -rol model olmaksızın- kuru nasihatler, sürekli değişen tekdüze müfredat programlarıyla değil okumanın efsûnlu te’sîriyle mümkün oluyor.
Bilhassa bir eğitim-öğretim dönemini kapsayan külliyat okumaları çok mühimdir. Seçtiğimiz bir yazarın tematik alanlarını belirleyip eserden müessire giden planlı programlı analitik okumalar yapalım. Yıl sonunda o yazarın eserleri üzerine üniversite kampüsü gibi farklı bir platformda çalıştay yapalım. Çalıştayın bitiminde gençlerin sorularına cevap verecek, o alanda uzman biri veya birileriyle buluşturalım.
Okunan kitaplar ya da okutulan yazarlar üzerine paneller düzenleyelim. Bu panellerde gençler bir alt seviyedeki sınıflara okuduklarını aktarsın. Gençleri konuşturalım. Derslere elimizde edebî bir eserle girerek onlara rol model teşkil edelim. Unutmayalım ki genç, bizi hangi kitabı okurken görüyorsa farkında olmadan o kitabı okumaya yönelecektir.
Okutmakta sihirli formül tâkip. Tâkip yoksa okumak iddiada kalır. Sene başında okunacak kitaplar listesini belirleyip sonra okumaları tâkibe almak. Ve ebetteki düzenli şekilde- öğrenciyi merkeze koyarak- bu eserlerin müzakeresini yapmak. Okuma aşamasında her hafta atölye çalışmaları yapıp okunanlar hakkında öğrencilerden geri bildirim alalım.
“Hikmet, müminin yitik malıdır.”[12] Kimlik karmaşasının, aşağılık duygusunun önüne geçmek için önce yerli eserleri sonra kıymete hâiz evrensel eserleri okutalım. Dostoyevski’yi, Dickens’ı Tolstoy’u, Rilke’yi, Cervantes’i, Hugo’yu, Baudleare’i okutalım. Unutmayalım ki;
“İlim bir lücce-i bî-sâhildir
Anda ârif geçinen câhildir.”[13]
Yerelden evrensele, değerden eyleme bir okuma kültürünün inşâsı ile kanatlandıralım genci.
Yalnızca medeniyete uyum sağlayan bir nesil değil, etkin olarak medeniyet kurucusu ve geliştiricisi bilge nesiller yetiştirmeyi hedefleyen Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, umuyoruz ki “erdem-değer-eylem”[14] idealini, bir eğitim modeli olarak inşâ etmeye muvaffak olur.
Leyla Yıldız
Kaynakça:
[1] Topçu, 1997, S. 47
[2] Topçu, 2018, S. 359
[3] Alak Sûresi (96) 1. Ayet
[4] Şariâtî, Öze Dönüş
[5] Gölpınarlı, 2006, S. 275
[6] Tanpınar, 2009, S. 20-21
[7] Meriç, 2004, S. 86
[8] Meriç, 2004, S. 90
[9] Kısakürek, 2011, S. 50.
[10] Karakoç, 2020, s. 48.
[11] Ruskin, 2017, S. 66.
[12] Tirmizi, İbn Mâce.
[13] Gökçe, E. (2018). (Nâbî)
[14] T. C. Millî Eğitim Bakanlığı.