Mustafa SÜS
Bir köy okuluna öğretmen olmuştum…
Köy uzak olduğundan köyü de bilenler,
”Şehirde bir ev tut, köye gidiş geliş yaparsın, diğer öğretmenler öyle yapıyor.” diyorlardı…
Okul bitmiş, hengame dağılmış tek başıma kalmıştım.
O hayalini kurduğumuz hayatı yaşamak için ilk tuğlalar örülüyordu.
Tayinim çıktığında köyün adını bir bilene sormuştum, “orayı biliyor musun?” diye…
”Çölün yüzü” demişti hiç unutmam.
O zamanlar herkeste araba yoktu, öğretmenler ek iş falan yapıyor, ancak ek iş yapanların ya da çift maaş alanların arabası oluyordu. Çift maaş alanlar da en az bir on sene beklemesi gerekti.
Köylü bir emmi bizi götürüp getiriyordu okula ”külüstür bir minibüs” ile.
Dağın başıydı okul…
Veliler genelde uzak şehirlerde çalışıyor amelelik yaparak evlerine ekmek getiriyorlardı.
Kafası çalışan ya da iş yapmaya hevesli olanlar hayvancılık falan yapıyorlardı ama genel olarak köylü fakirdi.
Tarım arazisi de yoktu, köyde su da yoktu, kuyu suyu ile idare ediyordu herkes. Çay suyunu şehirden köye bidonla götürüyorduk, terslik orada başlıyordu aslında. Köyden şehre taşınır su normalde.
Haliyle temizlik de olmuyordu çok fazla.
Ben köylü ile iç içe olmayı seviyordum.
Okulda mevcut artınca sınıfa ihtiyaç oldu.
Köyün içinde muhtar konağı vardı oraya öğretmenin biri taşınacaktı ama kim?
Kur’a çekelim dediler.
Kur’a istemem, ben giderim dedim.
Çok sevindi öğretmen arkadaşlar.
”Çocuklardan ve köylülerden uzak durmak isteyen öğretmenlerden” uzak durmak işime gelmişti.
Köylünün biri yemeğe çağırdı, birkaç öğretmen gittik. O günden sonra köylüye yemeğe giden olmadı benden başka.
Öğretmenler haklı olabilirdi ama bizi o köye spor olsun diye göndermemişlerdi.
Köylü ile sıcak ilişkiler kurdukça onlar da dikkatli olmaya başlamışlardı başta temizlik olmak üzere…
Ben kendi başına buyruk idim, her zamanki gibi. Sınıfım da ayrıydı ilişkilerim de farklıydı.
Günlerden bir gün köyün berberi sokakta beni arıyormuş. Kahvede çay içiyordum, elinde makas, havlu ve tıraş makinesi…
Nefes nefese…
Hocam, köye kaymakam gelecekmiş müdür dedi ki, hocayı bul tıraş et…
Biri de kravat bulmuş o da beni arıyor.
Tabi tıraş da olmadım, kravat da takmadım.
Tıraş olup kravat takınca köylü ile araya giren mesafe beni rahatsız ediyordu.
Bunu ne köylü biliyordu ne öğretmen arkadaşlar. Onlar kurallara uymuyorum zannediyorlardı. Açıklama da yapmıyordum zaten kimseye.
Sınıfta soba, sobanın üstünde çaydanlık vardı, muhtar konağında çay yapacak başka yer olmayınca.
Midemden rahatsız idim, açık bir çay doldurdum, içerken, öğrencimin biri;
Öğretmenim hiç içme daha iyi, sen de ona çay mı diyorsun, çok açık demişti, sekiz yaşındaki kız çocuğuydu bunu diyen…
Müfettiş geldi sınıfa ona da çay verdim teftiş esnasında, sen sınıfta çay mı içiyorsun demişti.
Çocukların göz hakkı için haklı olabilirlerdi evet ama çocuklar da içiyordu o çaydan. Ayrı gayrı yoktu. Temizlik anlayışı da artıyordu git gide olumlu yönde.
Velinin biri ehliyet alacağım diye araba öğretiyordu bana, biri evine götürüp çay, yemek ikram ediyordu, biri kahveye çağırıyor, biri şehre gelince evime gelmek, şehirde benimle buluşmak istiyordu.
Ben bunları diğer öğretmenlere anlattığım zaman onlar, seviniyorlardı onların yanında olmadığım için.
O günden sonra hep şunu demişimdir:
Köye köylüyü seven öğretmeni gönderse devlet.
Onlara hatırı sayılır ücret verse.
O öğretmenler şehirden gidiş dönüş yapmasa.
Köyde yeterince barınma imkanı da olsa.
Taşımalı eğitim ile öğrenci illâ bir yerde toplanacaksa o yer şehir değil yakın bir köy olsa.
Öğretmenle büyüyen köy çocukları da, köy çocuklarıyla büyüyen öğretmen de bu memlekette nitelikli işler yaparlar bundan emin olun.
Türkiye’deki başarılı bürokrat ve siyasetçilere bakın, köylü olanların insanlarda bıraktığı tesir ile diğerlerinin bıraktığı tesir aynı değildir.