Yaratılış efsanelerinden bir kısmını ele alıp eğitim bağlamında üzerlerinde düşünmeye çalışmıştık. Bunlardan ikisi modern zamanlara aittir. Tolkien’in büyük eseri Silmarillion, 20.yy’da kaleme alınmış olsa da bütünüyle geleneksel devirlere ait bir irfanın anlatımıdır. Modern zamanlara ait diğer yaratılış efsanesi ise sadece tarih bakımından modern zamanlara ait olmayıp bizatihi modern zamanların hem inşa edicilerinden biri hem de hakiki evladıdır. Bahsettiğimiz efsane, modern çağın zihninin ürünü ve alametifarikası olanı evrimciliktir, daha doğru bir deyişle “toplumsal evrimcilik”. Diğer yaratılış efsanelerinin aksine bu efsane ne unutulmuş, ne indirgenmiş ne de yok sayılmıştır. Aksine eğitim üzerinde en fazla etkili olan, dahası eğitimin gayesi ve niteliği bakımından yegâne belirleyicisi olan, bir efsanedir.
Evrimin, bilimsel bir konu ya da bilimsel bir teori olması onun yaratılışla, efsanelerle ilişkilendirilmesini anlamsız kılmamaktadır. Burada, canlıların türeyişini ya da türleşmesini, bilimsel yollarla açıklamaya çalışan ve bu çerçevede kendi içinde tutarlı, bilimsel değere sahip bir açıklama sunan “evrim teorisi”ni değil bu teoriyle yakından ilişkili “evrimcilik”i kast ettiğimizi belirtmek gerekir. Bilimsel bir teori olan evrime ilişkin açıklamalar bir tarafa, akademisyenlerin, politikacıların, eğitimcilerin, sosyal bilimcilerin bu teori ile yapıp ettiklerine dikkatlice bakıldığında rahatlıkla bir “efsane”nin söz konusu olduğu görülecektir. Elbette modernlerin yaptığı gibi efsane tabirini burada küçümseyici bir niyetle kullanmıyoruz. Anlatımın nitelikleri ve sunuluşu bakımından efsane özelliğini taşıdığını söylemek istiyoruz. “Toplumsal evrimcilik” olarak adlandırılabilecek bu efsane, evrenin ve insanın ortaya çıkışı ile ilgili en doğru açıklamayı bilimle keşfettiğini savunur.
19.yy sonlarından itibaren “doğal ayıklanma”, “seçilim”, “en güçlü/en uygun olanın hayatta kalması” türünden biyolojik açıklama ve tanımlar toplumsal olana, ekonomiye ve politikaya uyarlanmıştır. Kapitalist sistemin bireyci rekabeti de, ileri ve geri milletlerin mücadelesi fikri de esasen bu uyarlamadan beslenmiştir. Kimi Darwinciler, toplumsal evrimciliğin bir sapma olduğunu savunsa ve toplumsal evrimcilik kötü çocuk ilan edilmiş olsa da günümüz medeniyetinin kalbindeki etkisi varlığını korumaktadır. Herbert Spencer, bu efsanenin öncü inşa edicilerindendir. Eğitim alanında ise John Dewey’i anmak gerekir.
Bu efsane, eski benzerleri gibi şamanların, büyücülerin, peygamberlerin, bilgelerin dilinde “söz”le ve “kutsal yazı”larla aktarılagelmemiştir. Bu efsanedeki anlatımlar, deney ve gözlemle keşfedilmiş, fosiller kutsal kalıntılar kabul edilmiş, doğa tarihi müzeleri ile tabiat yeni baştan anlatılmış, devlet eliyle yürütülen eğitim marifetiyle de cümle âleme benimsetilmiştir.
Bu efsaneye göre, etraftaki bu varlık aleminin nasıl ortaya çıktığı şüphelidir, âlem ezeli de olabilir. Ancak bu müphem noktadan sonrası bütünüyle açık seçik bir şekilde bilinmektedir. Efsane, diğer birçok efsane gibi başlar aslında; “her taraf suyla kaplıydı, ilk canlılar suda ortaya çıktı, evrile evrile, milyonlarca yıl boyunca çok hücreli gelişmiş yapılara dönüştüler. Bu canlılar, “doğanın hikmeti” gereği karaya çıktılar. Artık kara koşullarında yaşam mücadelesi vermeleri gerekiyordu. Bundan böyle milyonlarca yıl boyunca medeniyeti ortaya çıkaracak yegâne ilke işlemeye başlayacaktır. “Çevreye uyum sağlama ve güçlü olma”. En uygun olanın ve en güçlü olanın ayakta kalması. Uygun olmayanları ve zayıfları tabiat, pek uzun devirler boyunca ayıklayıp duracak nihayetinde en gelişmiş canlıyı insanı ortaya çıkaracaktır. Ne kadar tanrısız bir anlatım gibi görünse de evrilmenin gerçekleştiği koşullar zemini, bizatihi tabiat bu efsanedeki tanrı rolünü fazlasıyla oynar görünmektedir. Geleneksel efsanelerdeki tanrılara, meleklere, yüce varlıklara ya da Elfsoylu insanlar gibi üstün-insanlara bu efsanede fazlasıyla yer bulunmuştur. Zaman ve tabiat, bu efsaneye göre, oldukça müphem ve gizemli bir şekilde evrilme sürecinin kendisiyle belirmiş ancak tanrısal bir kudretle milyonlarca yıla yaydıkları marifetleriyle evreni ortaya çıkarıp, evirip çevirip şimdiki haline getirmiştir. Bu iki tanrısal kudretin, “ayıklama” ve uyumlu ya da güçlü olanı ayakta bırakmaya yol açacak “savaş ortamı” gibi kudretli elçileri vardır.
Mükemmelliğin evvelde bulunduğunu açıklayan geleneksel efsanelerdeki anlatımın aksine burada en başta, ilkellik-basitlik-homojenlik vardır. Evrilme sürecinde evren, bütün efradı ile, pek uzun devirler boyunca, gelişmişe-karmaşığa-heterojenliğe doğru ilerler. Ne varlığın, ne ortaya çıkışın, ne evrilmenin ise bir sebebi ya da hedefi yoktur.
Sebebsiz bir varoluş, hedefsiz bir evrilme; yine de gelinen noktada insanlık, tür olarak önceki zamanlara kıyasla ilerlemiştir. Güçlü olan ayakta kalmış, toplumlar oluşturmuş, medeniyet inşa etmiştir. Bütün eşya gibi toplumlar da ilkelden gelişmişe doğru evrilmiştir. Zaman ve ayıklama denilen kudretlerin uzun devirlere yayılan hikmeti gereği adam akıllı ilerleyememiş insan toplulukları da vardır yeryüzünde. Bunlar Avrupa kıtasının dışında yaşayan daha geri, henüz tam olarak evrilememiş topluluklardır. Eski efsanelerdeki tanrılara, meleklere, Elfsoylulara benzeyen “beyaz-Avrupalı efendiler”, bu geride kalmış toplulukları “gütmekle” de yükümlüdürler. Böylece insanlık daha da ilerleyecektir. Bunun nihai bir hedefi olmamakla birlikte, ayakta kalmak kaygısı ve kullanışlı olanın, yararlı olanın varlığını korumasına bağlılık gereği hedef, sürecin kendisidir aslında. İnsanlar ve insanlık bu dünyadaki yaşamını olabildiğince uzatmalıdır. Bütün geleneksel efsaneler de bir son savaştan ve devrî bir nitelikte yeni, mükemmel bir başlangıçtan söz edilir. Doğrusal ilerlemeci toplumsal evrimcilik efsanesinde ise bir son ve hedef olmadığı gibi savaş da bütün bir sürece yayılmıştır. Dünya zaten savaş yeridir, güçlü olan ayakta kalır. Fakat zamanla belli belirsiz bir son fikri de bu süreçte ortaya çıkmıştır denilebilir. Bütün evrilmeye rağmen yine de pek zayıf bir varlık olan insanın, kendinden daha mükemmel bir varlığı özbilince sahip robotları üretmesi ve akabinde insanın yok oluşu belki de bu efsanenin anlatılmamış sonudur. Böyle olsa da olmasa da ne tabiatın, ne ayıklanmanın, ne ayakta kalmanın umurunda bile olmayacaktır zaten.
Bu efsane 1800’lerin sonundan bu yana eğitim düzenlerini baştan ayağa dönüştürmüştür. İlerlemeci eğitim anlayışı ile söz konusu efsane, eğitimin tek kudretli belirleyicisi olmuştur. Üretim, kârlılık, maliyet-fayda hesabı, verimlilik, rekâbet, kalkınma, ekonomik gelişme, hep daha fazlasını isteme, performansçılık vb., eğitimdeki efsanelerin kutsal terennümleri olarak zihinlere kazınmıştır. Bugün, her kademedeki öğrenciyi birbiri ile yarıştırıyorsak; sınavlara, testlere sokup sıralıyorsak; testlerde alınan puanlarla ya da sıralamalarla ekonomik kalkınma arasında utanmadan bağlantılar kuruyorsak; okulları ve sınıfları teknolojik aletlere boğuyorsak; öğrenciden, öğretmenden, akademisyenden her koşulda nicel performans bekliyorsak; girişimciliği, ne pahasına olursa olsun başarılı olmayı erdem biliyorsak; geçmişten, kültürden, inançtan, atalardan, eskilerden soyutlanmayı ilerleme görüyorsak hep bu efsaneye kanışımızdandır.
Binlerce, on binlerce yıllık efsaneleri unutmak pahasına bu modern efsaneye bağlanışımızın sırrı üzerinde düşünmek gerek. Bu en başta, söz konusu efsanenin dünya hayatına ve pek insanca zaaflarımıza hitap ediyor oluşundandır. Toplumsal evrimcilik, ortak atadan geldiğimiz hayvanların bir takım özellikleri ile yetinse de en eski efsanelerin bildirdiğine göre insan üzerinde karanlığın da bir izi vardır. Eskiler Azazil’in bu izi kaşıdığından ve insanı ayarttığından bahseder. Toplumsal evrimcilik ise doğrudan doğruya bu izden başkasını yok sayar. Dolayısıyla karanlık, amaçsız bir dünyada amaçsız bir varlık olarak insanın ve insanlığın yapacağı tek şey olabildiğince bireysel yaşamını ve ilerleyişini sürdürebilmektir, ne pahasına olursa olsun. İnsan ancak ve ancak bunun için eğitilmelidir. Belki de bu yüzden bu efsanenin gerçek yaratıcısı Herbert Spencer olsa da peygamberliğine en yakışanları Machiavelli ve Dewey’dir.
Bu efsaneye en üstün bir şevkle bağlananların bizim gibi toplumlar olması da anlamsız bir tesadüf değildir. Beyaz-Avrupalı kadar evrilememiş, henüz geleneksel niteliklerini bir ölçüde taşıyan biz gibi toplumlar, bu pek modern efsaneye de kendi en eski efsaneleri gibi bağlanmaktadır çünkü, yani imanla ve aşkla. Oysa ilerlemenin zirvesine çoktan varmış Batılı, en az efsanenin kendisi kadar soğuk, amaçsız ve duygusuzca bakar bu efsaneye de. Hatta “kullanışlı” olmadığını gördüğü an ilk tekmeyi de yine bu Batılı vuracaktır efsaneye.
Hasıl-ı kelam biz, uzun bir süredir imanla ve aşkla bağlandığımız bu efsaneyi özellikle eğitimde olabildiğince başarı ile uyguladık. Kim diyorsa ki eğitimimiz “verimsizdir”, “başarısızdır” yanılmaktadır. Bizim eğitimimiz, söz konusu efsane penceresinden bakıldığında 150 yıllı aşan bir
başarı hikayesidir. Elbette henüz ataların anlatageldiği o eski, geride kalmış efsanelere bağlı taraflarımız da var. İçten içe bu taraflarımızın yarattığı gerilimi yaşayanlar için eğitim bir sorunlar yumağı olarak tezahür etmektedir. Ancak bu gerilimi, fen bilgisi ya da biyoloji derslerinde, toplumsal evrimciliğin aksine kendi içinde tutarlı ve bilimin sınırları kapsamında anlamlı bir açıklama sunan evrim teorisi konusuna yer vermemekle gideremeyiz. Bizzat toplumsal evrimcilikle yoğrulan temel eğitim zihniyetimizi değiştirmemiz gerekmektedir. İlerlemeci, ekonomik kalkınmacı, nicel performansçı, verimlilik takıntılı eğitim anlayışımızı. Ve bunu eğitimde “başarısız” olmak pahasına yapabilmeliyiz.