İnsanlığın büyük bir buhranın içinde olduğu konusunda nerdeyse herkes ittifak halindedir. Birçok felsefeci, sosyolog ya da fen bilimci hemen hepsi insanların ve toplumların geldiği nokta, tabiata ve yeryüzüne verdikleri zarar, insansız bir geleceği hazırlayan sözde ilerleme ve kalkınma furyası bağlamında keskin saptamalar ve endişeli uyarılar yapmaktalar. Bu hal ve gidiş hakkında en tutarsız ve vurdumduymaz görüşlere sahip olanlar ise bilime neredeyse tapan teknoloji-serhoşlarından başka politikacılar ve eğitimciler olsa gerektir. Eğitimciler, dünyanın gittiği yer konusunda ve teknoloji-tapınışına indirgenmiş bilimciliğin liderliği hakkında oldukça emin görünmektedirler. Bu gelişmeler karşısında eleştirel bir bakışa sahip olanlar giderek hep daha da azalmaktadır.
Anmış olduğumuz buhranın kökenleri birkaç yüz yıl öncesine, geleneksel dünyadan kopuşla özdeşleşen modernleşme ve akabinde endüstrileşmeye kadar gitmektedir. O günlerden bu yana dünya, Batılıların öncülüğünde vahim bir deneyin acıklı sonuçlarını yaşamaktadır. Esasen daha başlarda bu sapmanın yaşandığı Batılı toplumlarda çokça aydın, yazar, şair, felsefeci başlayan buhranı sezmiş, karanlık bir gelecek için insanlığı uyarmışlardı. Saint-Simon, Goethe, Kirkegaard, Nietzsche gibi. Aynı zamanda siyasî bağlamda da sosyalizm gibi düşüncelerle daha insanî itirazlar söz konusu olmuştu. Ancak kapitalizmin gücü ve teknolojici-bilimciliğin marifetleri herkesin aklını bir zaman içinde çelebilmiştir. Bu durumda yine de yegâne alternatif, hâlâ yaşayabilen geleneksel kültürlerde potansiyel olarak bulunabiliyordu. Bu kültürler ise kapitalist sömürgecilikle başlarda askerî yollarla tarumar edildiler ve akabinde gönüllü bir şekilde küreselleşme sloganının ardınca başkalaştılar.
Bu başkalaşanlar, eğitim sahasında küreselleşme, evrensel değerler, neoliberal düzene uygunluk, teknolojiye boyun eğiş, ekonomizm, verimlilik takıntısı, nicelleştirilmiş performansçılıktan başka bir tek şey bile düşünemez olmuşlardır. Bütün bu anlamsız gidişin son zamanlardaki haklılaştırıcı flaması ise kalite kavramıdır. Ne büyük trajedidir ki kendisi öze ve niteliğe işaret eden bu kavram, René Guénon’un kâmilen tasvir ettiği niceliğin egemenliği çağında nicelleşmeye alet edilmiştir. İşte bakın üniversitelerde yaşanan kalite ve akreditasyon süreçleri bu trajedinin en belirgin örnekleridir.
Üniversitelerin, fakültelerin, bölümlerin, akademisyenlerin “kalite”leri, sayılabilecek şeylerle ölçülmekte, hesaplanmakta, sıralanmakta bir performans ve verimlilik göstergesine dönüştürülmektedir. Akademide yapılan herşey sayılabilirlik sınırlarına indirgenmek zorunda kalmıştır. Kaç öğrenciniz var, kaç yabancı öğrenciniz var, kaç programınız var, kaç makale yayınladınız, kaç atıf aldınız… sürekli sayılıp sıralanmaktasınız. Kurumlar sürekli bir şekilde personelden yaptıkları faaliyetlerin ilgili sayılara dökümünü isteyip durmaktadır. Şöyle taleplerden eminim birçok akademisyen bunalmıştır; bu yıl kaç makale, kaç kitap yayınladınız, kaç proje yaptınız, makalelerinizin yayınlandığı dergilerin indekslerine göre falanca katsayıyla çarpıldığında kaç puanınız olmaktadır falan filan…. Görüldüğü üzere “ne kadar çok o kadar iyi”… De Gaulejac’ın deyimiyle “hep daha fazlası” kültürü… Artık üniversitelerin araştırma, öğretim, topluma hizmet gibi işlevlerinin arasına “kaliteli olduğunu göstermek için sürekli sayıp/sıralamak” işlevi de eklenmeli sanırım.
Bu trajedi ve facia, görece geleneksel ve özellikle de müslüman bir toplumda nasıl görülmez diye çok düşünmüşümdür. Hele de bizim gibi dünyanın gidişine alternatif sunabilecek bir potansiyeli olduğunu varsaymaktan mutlu olduğumuz bir kültürde. Binlerce yıllık medeniyet birikiminin bizlere kazandırmış olduğunu düşündüğümüz değerler hakkında konuşmayı çok sevdiğimiz böylece kendimizi avuttuğumuz bir toplumda. İtiraf etmeliyiz ki bu konularda insanî bir alternatif geliştirmekten çok uzaktayız.
Benim görüşüme göre insanî olan müslümanca olandır. İnsanî bir alternatif ortaya koymak en çok da müslümanlardan beklenecektir bu dünyada. Elbette burada kastettiğimiz düşünen, bilinçli, ahlak ve edep sahibi yüce insanlığın temsili olan insana nisbetle insanî olandır. Müslümanca olan da bu insanî öze en uygun olandır. Bununla birlikte eğri oturup doğru konuşmalıyız, bu bahsettiğimiz konularda özgün ve sahih bir görüş geliştirebildiğimizi söylemek açıkça imkansızdır. Ben şahsen bu gidiş ve trajedi hakkında en insanî eleştirileri müslüman olmayan düşünürlerden okuduğumu söyleyebilirim. Birkaç örnek vermek gerekirse; Simülasyon evrenindeki değersizleşmeyi anlatan Baudrillard, işletme hastalığını teşhis eden, performansın lanetli yanından, kalite ve anlamsızlıktan bahseden De Gaulejac, yeni kapitalizmin işi ve insanı nasıl başkalaştırdığını karakter aşınmasıyla keskin bir şekilde anlatan Sennett, üretim teknolojilerinin insanları nasıl da bürokrasinin ve makinelerin aksesuarları haline getirdiğini sorgulayan Illich, teknolojinin bizi ne yaptığını ve teknopolise nasıl mahkum kılındığımızı incelikle açıklayan Postman, pek insanî ve dolayısıyla bir müslümanın ruhuna nasıl da uygun itirazlar dile getirmiştir. Bu düşünürlerin yaptıklarının muadillerini kendi iklimimizde bulabilmemiz oldukça güçtür.
Bizde moda, Batının suçlu yanını taklit etmek, niceliğin egemenliğine hevesle bağlanmaktır.
Bunca şeyden bahsettikten sonra yazının başlığının bunlarla ne ilgisi var diye düşünülebilir. Esasen cevabı yukarda vermiş olsak da gerektiğince bağlayalım sözü;
O çokluk kuruntusu sizleri oyaladı… (Kur’an-ı Kerim, 102/1)