Bir zamanlar felsefeye biraz meraklı lise çağı yeni yetmelerin kendi aralarında bir nükte konusuydu arkadaşlarına “Sokrates’in hangi kitabını okudun?” diye sormak. Elbette felsefeye pek de tanışık olmayanlar hemen düşerdi tuzağa. Nihayetinde Sokrates hiç kitap yazmamıştı. Bilerek ve isteyerek hikmetin yazıya geçirilmesine karşı çıkıyordu. Allah’tan talebesi Eflatun onun düşüncelerini yazıya geçirdi ve eserlerinde Sokrates’i konuşturdu da fikirlerine tanış olabildik.
Sokrates mutlak manada bir ilke insanıydı. Doğru bildiği ilkelerinden canı pahasına vazgeçmedi malum. Bu bir bahs-i diger elbette. Burada dikkat çekmek istediğimiz nokta Sokrates’in bilgi ve hikmete ulaşmak bahsindeki tutumu. Bilgi yazıya geçirildiğinde, kitapların kapakları arasına toplandığında “herkes” için kolayca ulaşılabilir olacaktır. Sokrates gibi düşünen eskilerin kaygısı budur. Oysa bilgiye erişmek ve hikmete ulaşabilmek için çaba gerektir, cehd etmelidir insan. Zahmetli bir süreçtir ve bir bilgenin rehberliğinde yürütülmelidir. Ancak böylece kıymeti bilinebilir bilginin. Sokrates gibi düşünen eskiler “bilgi çağı” denilen günümüz dünyasını, İnterneti ve hele ki bilgiç google’ı görselerdi ne düşünürlerdi acaba?
Günümüzün “hız”lı bilgi dünyasında bilgi ve hikmet kırıntılarına ulaşmak için bir rehberin gözetiminde uzun zahmetlere girmenin hiçbir anlamı kalmamıştır. Tuhaf ve ironik olan ise “ilerlemeci” eğitim ideolojisinin giderek artan bir yoğunlukta kendisini “öğreten” değil yol gösteren olarak sunmasıdır. Eğitimin, okulun ve öğretmenin görevi öğrenciye öğrenmeyi öğretmeye, bilgiye ulaşma yollarını göstermeye indirgenmiştir. Bu Sokrates’in bilgiye ulaşmaya yüklediği anlamın eğilip bükülmesi ve tahrif edilmesinden başka bir şey değildir.
Modernci ve ilerlemeci fikriyat eğitim yoluyla bizi öyle işlemiştir ki şu satırları okurken aklımızdan “ne yani şimdi bu yanlış mı? Öğrenmeyi öğretmek ideal olan değil mi? Sözlü kültüre mi geçelim, geriye mi gidelim” diye geçirmemiz pek doğal olacaktır.
Elbette Sokrates gibi düşünen eskiler, insanlığın binlerce yıllık birikimine dayalı bir sözlü kültür zemininde yaşıyor ve düşünüyorlardı. Bütün geleneksel toplumlar sözlü hayat ikliminde yaşamıştır. İnançlar ve dinler bu iklimde ortaya çıkmıştır. Kutsal sözlerin yazıya geçirilmesi çok sonradır. Yeni Ahit “önce söz” vardı diye başlar. Efendimize Hira Mağarası’nda “oku” diye seslenilir, bir kitaptan okuması istenir, bir kitaptan vahyin indirildiği, kendisine kitap verildiği söylenir. Bu bildiğimiz türden yazıya geçirilmiş bir kitap değildir. Oradaki oku hitabı da zaten Eski Türkçe’deki “oku” hitabıyla aynı anlamdadır. Buradaki okuma “sesleme, çağırma” anlamındadır. Türkü okumak gibi ya da eskiden köylerde olduğu gibi mesela bir düğüne insanları çağırmak için okuntu, okuyuntu göndermek gibi. Okumak, çağırmak, seslemek ve hatırlamaktır.
Bu bağlamda yazıya geçirme ve kitap geleneksel toplumlar için çok büyük bir dönüşümdü ve bildikleri dünyayı altüst ediyordu. Sözlü kültür, bilginin, hikmetin, efsanelerin, öykülerin, şiirlerin, biyografilerin ancak birisinden dinlenmesi yoluyla aktarımını sağlıyordu. Bunun iki önemli sonucu vardı; ilki bunları ezberleyenlerden, böylece bu bilgileri kuşatan ve anlatırken açıklayıp yorumlayabilenlerden dinleyip öğrenmeniz gerekiyordu ve ikincisi unutmak istemiyor ve bu bilgileri kendinize mal etmek ve faydalanmak istiyorsanız sizin de ezberlemeniz gerekiyordu. Ivan Illich ve Neil Postman eserlerinde bu konudan oldukça derinlikli bir şekilde söz etmişlerdir. Ne yazıktır ki bu iki düşünür düzeyinde bir eleştiri bizim iklimimizde ortaya çıkamamıştır. Postman, yazının ve kitabın yarattığı bu etkinin bir benzerinin matbaa ile yaşandığını ve bu yeniliğin bilgi bağlamındaki anlayışları, yetişkinliği ve çocukluğu nasıl dönüştürdüğünü etraflıca yorumlamıştır. Bir sonraki dönüşüm ise İnternet ile olmuştur. Güya şimdi bilgi sonsuzcasına çoğalmıştır ve bilgiye ulaşmak kolaylaşmıştır. Eğitimin ve okulun yegane varlık sebebi de bu bilgilere ulaşmayı ve öğrenmeyi öğretmekten ibaret olmuştur. Bu
yüzeysel olarak bakıldığında kimilerine müthiş ilerleme olarak görülse de bilgi ve hikmetin doğası ve Hakikat penceresinden bakıldığında en azından bir “iç-boşalması”na işaret etmektedir.
Eskilerin, çocuklara ve gençlere öğretecekleri şeyler vardı. Oysa modernci dönemde bireylerin yaşamında olduğu gibi, eğitimde de bir amaçsızlaşma peydah olmuştur. Evrim sürecinin tamamen tesadüflere dayalı ve bütünüyle amaçsız oluşu gibi. İşte bu nedenle öğrencilere bir şey öğretmek geride kalmıştır. Onlara bir kişilik kazandırmak, şekil vermek demodedir. Öyle ki artık şekil verecek usta da kalmamıştır ortada. Bu anlayış öğretmeni, mirasçısı olduğu büyücü, filozof ya da peygamberden olabildiğince uzaklaştırmış ve karanlık sinema salonunda elindeki lamba ile yer gösteren bir tür teşrifatçıya dönüştürmüştür. Bütün bu curcunaya bir de teknolojik alet edevatın aldatıcı çekiciliği, şenlikli havası eklenince eğitim bir eğlenceye dönüşmüş bahsettiğimiz iç-boşalması güzelce perdelenmiştir.
Bu durumda ne yapmalıdır o halde? Yazıdan, kitaptan, internetten soyutlanmak mümkün olmadığı gibi artık işe yarar bir seçenek de değildir. Çünkü ezeli hikmet penceresinden bakıldığında bu devir malum Kali Yuga’dır, demir çağıdır yani ahir zamandır. Bu iç-boşalmaları, bozulmalar mukadderdir ve kendinde anlamı vardır. Bize düşen ise ilerlemeciliğin sarhoşluğuna kapılmamak en azından biraz durup düşünebilmek ve değiştiremiyorsak da dil ile söylemek, kalben yanlışlığını bilmektir ki bu da malum imanın en zayıf dereceleri kabul edilir.
Fakat yine de yapılacak en anlamlı şey Sokrates’in kitabını okumaktır. Elbette artık hangi kitabını diye sormaya hacet yok. Hiç yazmadığı o kitabını okumalıyız, Sokrates’i unutmamaya çalışmalıyız. Hiç yazıya geçirilmese de o derin bir kitaptan okuyordu. Belki de yapmamız gereken daha doğrusu yapabileceğimiz şey bu kitabı hatırlamaya çalışmak. Çünkü Sokrates’in kitabını Sokrates’ten okumanın devri de çoktan geçip gitmiştir.