Karl Marx ve Friedrich Engels 19. yy sonlarında, vahşi kapitalizmin çarkları altında ezilen insanlara bir ümit vermek üzere, belki de eskatolojik ve iyimser, bir kehanette bulunmuşlardı, Avrupa’da dolaşan bir hayaletten bahsederek. Şimdilerde ise yekten farklı bir “şey” dolaşıyor her yerde. Kötümser ve ümit kırıcı, üstelik bir kehanet değil açık seçik bir vakıa.
Üniversitelerde, kampüslerde, akademisyenlerin odalarında, dersliklerde, liselerde, ilkokullarda, öğretmen odalarında, bürokrasinin koridorlarında bir hayalet dolaşıyor, performansçılık hayaleti. Ne de olsa Byung-Chul Han’ın tesbitiyle günümüz toplumu bir performans toplumudur. Performansın lanetiyle öylesine korkutuyor ki herkesi, Vincent De Gaulejac’ın İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum’da tasvir ettiği, ancak “yüksek performansla” erişilebilecek bir kalite cennetine yükselebilmek için bu hayaleti gören herkes korkudan küçük dilini yutuyor; kendinden, bütün benliğinden vazgeçiyor, tam bir teslimiyetle bağlanıyor bu hayalete. Çünkü performansın laneti sadece sizi çalışkanlar(!) listesinde sonlara bırakmakla, işinizden etmekle kalmıyor, çalışma arkadaşlarınızın gözünde ve daha kötüsü kendi gözünüzde standart altı çaba gösteren tembel, beceriksiz ya da niteliksiz bir insan haline getiriveriyor. Dediğimiz gibi bu hayalet bir metafor, bir öyküleştirme ya da bir soyutlama değil; kaskatı gerçeklik. Bir hayalet ve onun korkusu olmasa idi böylesine bir teslimiyet ortaya çıkabilir miydi? Hele ki niceliğin egemenliğine şifa diye varedilmiş bir medeniyetin mirasçılarının, orta yolun mensuplarının teslimiyeti!
Byung-Chul Han’ın günümüz toplumunu performans toplumu olarak tanımladığını belirtmiştik. Yorgunluk Toplumu adlı eserinde toplumun artık bir disiplin toplumu olmadığını da bu noktada önemle vurgulanmaktadır. Bu nedenle artık yasak, emir ya da kaidenin yerini proje, girişim ve motivasyon almıştır. Sonuçta disiplin toplumu deliler ve caniler doğururken performans toplumu depresif mağluplar yaratmaktadır. Dolayısıyla performans toplumunda farklı bir kontrol mekanizmasının varlığından bahsedebiliriz. Zaten performans hayaletinin etkisi de ayartıcılığı da farklı şekillerde ve boyutlarda tezahür etmektedir. En başta geleni, yönetici ya da karar vericilere sağladığı eşsiz kontrol gücüdür. Böylece artık kontrol mekanizması zar zor idare edilmek durumunda olan çalışanlara değil gönüllü bir şekilde kalite cennetine yükselmek, performans kotalarını doldurmak için samimiyetle ve fakat beyhude çırpınan “insan”lara yönelmekte, onlar tarafından inşa edilmektedir. Ünivesitenin ya da okulun işgörenlerinin “çalışan”dan “insan”a yükselmiş olması da tam bir aldatmaca. Herkesi memnun eden bir yalan artık hakikatin ta kendisi olmuştur. Performansın laneti ve temin ettiği neredeyse sınırsız kontrol gücü bir çalışanın iş ortamındaki bilgi, beceri ya da tutumlarının ötesinde bir insan olarak bütün bir ahvalini, benliğini yüksek performans kumpanyalarında sömürmeye yönelmektedir.
Eğitimde olan da budur. Sayıp dökülebilecek, hesaplanabilecek veriye dönüşmektedir yapıp ettikleriniz, çabanız, niyetiniz, insanlaşma/insanlaştırma serüveniniz. Eğitim ve öğretim, sayılabilir, hesaplanabilir, kotalarla ölçülebilir bir performansın göstergeleri ile ifade edildiğinde hem hesap vermek hem hesap görmek, hem de sıralamak kolaylaşmaktadır. Bu kolaylaşan faaliyetlerin hiçbirinin eğitimin özü ve ruhu ile esaslı bir bağının kalmamış olmasının da bu noktada pek bir önemi yoktur artık. Zaten performansçılık “eğitim”i gereksizleştirip, anlamsızlaştırarak gözden düşürmüştür.
Üniversitelere bakıldığında bu rahatlıkla görülecektir. Üniversitenin ve akademisyenin artık bir insan yetiştirme sorumluluğu ve görevi yoktur. Hem piyasaya uygun nitelikte işgücü hazırlamanın hem de bahsetmiş olduğumuz performansçılığın hazzetmediği bir şeydir “insan yetiştirme”. Bir akademisyenin yetiştirdiği, eğitim verdiği öğrencilerle performansını ölçemezsiniz ki. Bir düşünün, falanca hoca şu sayıda öğrenci okutmuş denilmesi ya da böyle hesaplamaya girişilmesi hem anlamsız hem de hiç “havalı” değildir. Performansın hayaletinin yutmak isteyeceği nicelikte değildir bunlar.
Orada performansın lanetine yaraşır biçimde “yayın sayısı”, “indeks hesabı” ya da “proje sayısı” gerektir. Bunların sayılarla ifadesi hem kontrol mekanizması için faydalıdır hem de performans sergileyenin tatmini için. Okullarda öyle değil mi? Falanca sınavda kaç öğrenci ne kadar test başarısı elde etti, bir üst öğrenim kurumuna kaç öğrenci sokulabildi? Önemli olan bunlardır.
Bundan sebep rektörler, dekanlar, okul yöneticileri, milli eğitim müdürleri çalışanlarını sürekli bu nicel performans kotalarının karşılanması için teşvik etmiyorlar mı? Sürekli ve bıktırıcı bir biçimde personelin yapıp ettiklerinin sayısal dökümü istenmiyor mu? Öğrenciyle uğraşmak falan hak getire akreditasyon listelerinde ya da rankinglerde yükselebilmek için yayın, proje, atıf, indeks gibi performans göstergeleri havada uçuşmuyor mu? İllerde, ilçelerde okulların yöneticileri ve öğretmenler, öğrencilerinin testlerde yaptıkları net sayısına göre sigaya çekilmiyor mu?
Performans hayaleti hepimizi öyle sindirmiştir ki birçoğumuz “ne var bunda, bunlar başarı ölçütleri, elbette bu göstergelerde en yüksek seviyelerde olmak gerek” diye düşünebilmektedir. Oysa performansın laneti bir bünyeye girdikten sonra artık o bünyenin unsurları diğer bütün gayelerini bir kenera iterek sadece ve sadece performansçılık hayaletini doyurmak için çaba göstermeye başlar. Kanser hastalığında vücuttaki hücrelerin sürekli kendini çoğaltarak yok etmesi gibi bir şey değilse nedir bu?
Bir doktorun otel konforundaki bir hastanede çalışırken insanı iyileştirmek gayesinden uzaklaşıp kendisinden istenilen performans kotaları bağlamında şu sayıda tahlil, bu sayıda ameliyat gibi hedeflere odaklanmasına benzemektedir durum. Biz eğitimciler, akademisyenler insan yetiştirme gayesinin çok uzaklarına böylece düşmüş bulunuyoruz. Bu uzaklara düşüşle birlikte bahsetmiş olduğumuz doktorun şişirme, gereksiz tahlil ve ameliyatları gibi biz eğitimciler ve akademisyenler de birbirinin tekrarı saçma sapan yayınlar, anlamsız, içi boş kimi zaman tuhaf projeler üretmekten, çözdürülen testlerdeki net sayılarının hesabını tutmaktan başka bir şey yapamıyoruz. Öğretmenler öğrencilerine testlerde başarıyı öğretmekle yetiniyorlar, akademisyenler de yayın üretmekle. Test başarısını “eğitim”, fabrikasyon yayınların ve projelerin nicel seviyesini de “bilim” diye pazarlamakla avunarak. Bu uzaklara düşüş eğitimdeki sorunlara yönelme ve onları çözme kabiliyetimizi de köreltmektedir. İyi niyetli eleştiri ve öneriler performans hayaletinden korkup kaçınarak eğitim sistemine yöneldiğinden asıl mesele öylece kalmaktadır.
Artık durup düşünmemiz, itiraf etmemiz ve yüzleşmemiz gerekiyor. İnsanlığın “orta yolu”nun güya mirasçısı olan bizler birçok alanda olduğu gibi eğitimde de muazzam bir performans makinesi yaratıyoruz, kendimizi onun basit birer parçasına dönüştürerek. Günahımız ve vebalimiz büyük. Töreli eğitime adım atmanın ilk gereği bundan tövbe etmek olsa gerektir…