MEB’in çalışma yöntemi, kendi gibi, oldukça merkezi. Sadece merkezi değil aynı zamanda sistemsiz, hazırlıksız ve hedefsiz. Buna en son müfredat taslağı tartışmalarında şahit olduk. MEB, aylardır müfredatı değiştireceğini, çalışmaların devam ettiğini söyleyip durdu. MEB Bakanı içeriğe değinmeden sadeleştirileceğini söyledi. Bununla birlikte sosyal medyada, kimi gazetelerin ufacık köşelerinde, “sızan kulis bilgilerine” göre tartışma yaratıldı. Buna göre MEB kitaplardan evrimciliği çıkartıp yaratıcılığı koyacakmış, derslerin sayısını azaltacakmış, eğitimin amacını iyi insan yetiştirmek olarak açıklayacakmış. mış, mış, mış..Bu söylentileri Sözcü yahut Cumhuriyet gazetesi haber yaptı; sekülerliğin bekçisi olarak kendini konumlandırdıklarından dolayı bu gazeteler, nasıl böyle bir şey olabilir diye feveran ettiler. İktidarı destekleyen gazeteler ise bunlar böyle haber yaptığına göre “bizimkiler” iyi bir şey yapıyordur deyip savunmaya geçti. Her iki taraf da doğmayan çocuğa don biçti. Bu karmaşanın sonunda değişen müfredat, kamuoyuna bir haftalığına sunuldu. Ortaya koyulan müfredat hiçbir tarafı, doğal olarak, memnun etmedi. Müfredatın içeriği bir yana, böylesi yönetilemeyen süreçte ortaya çıkan gürültüde de kimse kimseye laf anlatamadı.
Elbette bu kifayetsizliğin müsebbibi MEB’dir. Zira kamu yönetiminin birinci özelliği şeffaflıktır. Bundan dolayı kamu yönetiminin saklısı gizlisi olmaz, olmamalıdır. İkinci özelliği ise çalışma usulünü belirleyip ilan etmektir. Böylece herkes neyin ne olduğunu anlayarak, bilerek eleştiri, öneri veya dileklerini iletebilir.
Mecellede de yer alan kadim kural “usul esastan mukaddemdir” ilkesidir. Buna göre yapılması gereken; bir usul belirleyip bunu şeffaf bir şekilde kamuoyuna sunmaktı. Mesela MEB aylar öncesinden “Müfredat değişikliği yapacağım, takvimim şöyle, çalışacağım kişiler şunlar, şu kişilerden oluşan ilim kurulum var, bunların yeterlikleri şöyle, hazırlanan taslağı önce akademiye ve öğretmenlere sunacağım, ardından bunların ileri sürdüğü eleştiri ve önerileri ilim kurulunda gözden geçirip gereğini yapacağım ve ardından genel kamuoyuna sunacağım, şu vakitte de yayınlayacağım, şu internet sitesi bu iş için tahsis edilmiştir, istediğiniz zaman dilek ve önerilerinizi bize iletebilirsiniz” diyebilirdi.
Ama MEB’de işler, hiçbir zaman böyle yürümüyor maalesef. MEB böyle bir yol izlemektense şöyle yapmayı tercih etti: Müfredatın değiştirileceğini, çalışmaların sürdüğünü söyledi. Kapalı kapılar ardında hazırlanan, kimin hazırladığı, kimlere danışıldığı, neye göre karar verildiği belli olmayan bir yöntemle müfredatı oluşturdu. “Sızan bilgilere” göre tartışma yapıldı. Ardından müfredat genel kamuoyuna sunuldu. Eleştiriye kapalı ama önerilere açık bir yöntemle (?) bir hafta içinde kamuoyundan görüş bekledi. Bu usul; üçüncü sınıf bir ülkenin liyakatsiz, plansız, programsız, sistemsiz, güvensiz, ciddiyetsiz, alelacele bir çalışma yöntemidir. Medeniyet kavramını dillerden düşürmeyen MEB, medeniyetin plan, program, sistem ve şeffaflık demek olduğuna bir türlü akıl edemiyor. Oysa Türkiye’de müfredat konusunda öteden beri var olan dayatma kültürünü aşmamız gerekiyordu ve aslında eğitim sistemi bütünlüğü içinde şunları tartışıyor olmalıydık;
- Müfredatın yapısını esnekleştirip çeşitlendirmeyi; tek tip müfredattan çoklu müfredata geçmeyi, belediyeler başta olmak üzere ilin, ilçenin hatta kimi okulların kendi müfredatını yapabilme yetkisini artırmayı konuşmalıydık. Hukuk alanındaki normlar hiyerarşisi gibi (Anayasa, yasa, tüzük, yönetmelik) MEB’inde ülke genelinde müfredatın ilkelerini belirleyip her ilin (ilçenin) bu ilkeler çerçevesinde kendi müfredatını yapabilmesine müsaade eden bir yapıya geçip geçmeyeceğini de tartışmalıydık.
- Örgün eğitim dışında bir müfredat hazırlayarak, anne babanın okul ve öğretmen üzerindeki etkisini değil çocuğunun eğitimi üzerinde yetkisini artırmayı, mesela ev okulu müfredatını hayata geçirmeyi konuşabilmeliydik.
- İngilizce gibi yabancı dil öğretimini ilk ve ortaokul müfredatından kaldırılmasını, lisede seçmeli ders haline getirilmesini, üniversite de dâhil olmak üzere eğitimin hiçbir aşamasında ve türünde yabancı dille eğitim-öğretim yapılmasına müsaade edilmemesini konuşmalıydık. Buna karşın Kürtçe, Osmanlıca, Arapça ve Farsçanın tarihi ve kültürel değerlerinden dolayı müfredattaki yerinin ciddi bir şekilde artırmayı tartışmalıydık.
- Temel beceri eğitimini (maharet eğitimini) şimdiki gibi araya serpiştirmek yerine anasınıfı, ilkokul ve ortaokulun müfredatının temeli yapmayı konuşmalıydık.
Ama konuşamadık. Bunun yerine yine seküler ve batıcı eğitimimizin çocuklarımızın zihnini köleleştiren mevcut müfredatını muhafazakâr söylemlerle cilalayarak, seküler kesimin şerrinden çekinerek o bize has ciddiyetsizlik ve samimiyetsizlikle sistemimizin derdine deva olacağına haykırarak bir eğitim tartışmasını daha kapattık. “Uğurlu” olsun.