Ülkemizde yaşanan kimlik sorununu anlamak, iki yüzyıllık modernleşme serüvenimizi incelemeyi gerekli kılar. Zira her toplumsal sorunun son çözümlemede geçmiş ile gelecek arasındaki mücadelede yattığını kabul ettiğimizde, Anadolu insanının hikâyesine karşılık gelen kültürel coğrafyasını sancılı biçimde hala aramaya devam ettiğini görebiliriz. Tanzimat’tan beri hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyak arasında sıkışan insanımız, “ânın meseleleri ile mazi arasında kaynaşma çareleri” aramaktadır. Bu arayış esasen insan tecrübesinin tarihsel derinlik, mekân kurgusu ve zaman ritmini aynı iklimde kaynaştırarak toplumsal kimliğini inşa etme girişimine işaret etmektedir. Zira yaşadıklarımız sadece değerler karmaşası, ruh huzursuzluğu değil; Tanzimat’tan beri yaşanan ikililiğin, bölünmüş bir benliğin anlatısıdır. Bu anlatı, kendimizi evimizde hissetmediğimiz, bir tür yersizlik, yurtsuzluk halidir. Dolayısıyla sürekli yeniden yorumlanması gereken, asla tüketilemeyecek açık uçlu bir serencama karşılık gelir.
Osmanlı modernleşmesini “psikolojik algı” ile “reel güç” arasında vuku bulan gerilimde okumak mümkündür. On sekizinci yüzyıla kadar parlak bir mazinin güveni ile yaşayan Osmanlı, Batılılar karşısında önceleri alışılmadık ama sonraları olağan hale gelen askeri yenilgilerle karşılaşınca hem bireysel hem de toplumsal düzeyde bir tür travma yaşamış; genç kuşakların zihinleri Batıcılığın güçle eş tutulduğu bir dünyaya karşılık gelmiştir. Nasıl taşıyacağını bilemediği bir mirası kollarında bulan genç kuşaklar, ‘miras’ olarak aldıklarını bir müddet sonra “yük” olarak niteleyince, meselelerin o bildik dayanılmaz hafifliğine savrulmuştur. Kanaatimizce hazinenin yitirilmiş olmasının nedeni tarihsel şartlar veya gerçekliğin bir cilvesi değil, onun görünüşünü veya gerçek mahiyetini öngören bir geleneğin mevcut olmaması, onu geleceğe bırakacak hiçbir vasiyette bulunulmamasıdır.
Geçmişin gelecek karşısında; eskinin de yeni karşısında bütün imtiyaz ve kurucu olumluluklarını yitirmeye başlaması, Osmanlı aydınlarının mekân algısı ile birlikte bilgiye ilişkin tutumlarında da bir kırılmaya yol açmıştır. Bu anlamda, Osmanlı aydınlarının bilim anlayışı ve epistemolojik yaklaşımın ölçüsü olarak pozitivizm ile kurdukları ilişki, bu dönüşümün en açık göstergesi olarak kabul edilebilir. Zira aydınların geçmiş ve geleceğe ilişkin tutumları, ideolojik bir konumlanıştan bağımsız düşünülmemesi gereken epistemik bir tutumu yansıtır. Bu epistemik tutumda geçmiş ile olan ilişkiyi belirleyen şey, bizatihi geçmişin kendisinden öte, gelecek mitosu olmuş ve dolayısıyla geçmiş ile kurulmaya çalışılan ilişki geleceğin tahakkümü altında şekillenmiştir. Nitekim Tanzimat döneminden itibaren farklı uçlarda yer alan aydınların çoğunluğu (sözgelimi Mehmed Akif, Prens Sabahattin Abdullah Cevdet) sorunun çözümünde hem fikir olmuşlardır: “Hem Batılılaşalım Hem de Müslüman Kalalım!” Bu durumu, geçmişten kurtulamamaya da kopamama, gelecekten de emin olamama algısının felsefî bir ön kabule ve epistemolojik bir inanca dönüşmesi olarak okumak gayet mümkündür
Modernleşme Osmanlı toplumunda, insanın kendini konumlandırdığı, geleceğin inşa edilme sürecinde yaslandığı bir güç olarak geçmişi eski tanımından soyutlamış ve büyük bir dönüşüme uğramıştır. Zira geçmiş ile gelecek arasındaki paradoks temelde gelenek ile modernlik arasındaki çatışmadan hatta birbirini biçimsizleştirmekten kaynaklanmıştır. Modernlik gelenek tarafından doğasından uzaklaştırılırken, gelenek de modernliğin çelmelerine maruz kalmıştır. Hayatın her düzeyinde yaşanan bu epistemolojik, psikolojik ve estetik çarpıklık kendisine sosyolojik bir zemin de oluşturmuştur. Son kertede bu çarpıklıklar, entelektüellerin fikirlerinde, kalabalıkların psikolojik davranışlarında ve ideologların sayıklamalı gündüz düşlerinde ortaya çıkmıştır. Hastalığın ârazlarını gören lâkin hakikî bir teşhis koyamayan aydınlar toplumu ivedilikle gerilikten kurtarma misyonu içinde ‘tarihsel gecikme’yi müreffeh bir gelecek kurma iradesiyle “telafi etmeye” girişmiştir. Bu durumu gelenek açısından geçmişin geleceği aydınlatmaya güç yitiremeyişi ya da sözün ve tefekkürün yitimi olarak değerlendirebiliriz. Hatta önemli olanın yeniyi yaratmak değil; kuruluşta belirlenmiş olanı, ona katkıda bulunarak sürdürmek olduğunu söyleyerek zenginleştirebiliriz. Ancak buna rağmen Osmanlı modernleşme tecrübesinde geçmiş tümüyle reddedilmemiştir. Aksine geçmişin bir yönüyle düzenleyici bir rol üstlenmesi de beklenmiştir. Tanpınar, bu hususu Beş Şehir’de şöyle dile getirir:
En büyük meselemiz budur; mazi ile nerede ve nasıl bağlanacağız; hepimiz bir şuur ve benlik buhranının çocuklarıyız, hepimiz Hamlet’ten daha keskin bir “olmak veya olmamak” dâvası içinde yaşıyoruz. Onu benimsedikçe hayatımıza ve eserimize daha yakından sahip olacağız. Belki de sadece aramak ve bütün kapıları çalmak kâfidir.[1]
Osmanlı modernleşme tecrübesinin geçmiş ile gelecek arasındaki belirsiz ve gerilimli yarıkta hareket ettiği; kültürel kimlik ve uygarlık sorunları arasında sıkışan insanımızın, Batılılaşma, İslamcılık ve Milliyetçiliğin idealize ettikleri toplum modelleriyle/kimlikleriyle kendi yolunu oluşturmaya çabaladığı söylenebilir. Söz konusu akımların ortak biçimde ilerlemenin modernleşme aracılığıyla ve bunun da doğal olarak siyasal iktidarın eylemiyle gerçekleşeceğini iddia etmeleri pragmatik tutumu benimsediklerini gösterir.
Modernleşme deneyimimizde batılılaşma projesi, yaşanan sorunları kestirmeden bilen, kafasında bir uygarlık projesi olan bir aydın tiplemesi üzerinden yayılır. Bu projeyi savunan aydınlar insanın içine inmeyi, bu topraklara mahsus yaşama dünyasını ya da en azından Orta Asya’dan başlayan macerayı değil; toptan başka bir kültüre göç etmeyi önerirler. Garp medeniyetini öyle ateşli bir ihtirasla talep ederler ki kendiliğimizden tiksinecek duruma gelir; geçmişimize mahcup ve uzaktan bakan bir hale mahkûm kalırız.
İslamcılık ise, İslam toplumlarını her türlü sömürüden kurtarmak ve birleşmelerini sağlamak amacına yönelik bir mefkûre olarak tüm fikri, siyasi ve ilmi sorunların İslam inançları ekseninde çözüleceğini savunur. İslamcılık, “İslam Milleti” kavramından hareketle siyasi birliği hedefleyen, ulemadan çok aydınların her konuda İslamiyet sınırları içinde kalmayı savunduğu bir arayışı temsil eder. Bu arayışı, Batı’dan gelen akültürasyon sürecine karşı dinin kendisini, doğrulama ve meşrulaştırma süreci olarak da okumak mümkündür.
Milliyetçilik ise çoğu kez “millet” kavramından aşkın bir güç, tinsel bir ilke çıkarma girişimini temsil etmiştir. Buna ilaveten milliyetçilik, bir “arkhe” olarak coğrafyayı beraberinde taşımış ve kültür ve sosyal ilişkileri düzenleyerek hâkimiyet ülküsü inşa etmeye yönelmiştir. Nitekim yeni bir toplum oluşturma sürecinde tanımlamayı, güdümlemeyi, belli bir yaşam alanı inşa etmeyi ve dolayısıyla üst benliğin kurulmasında “millet” olgusunu ön plana çıkarmayı arzulayan Osmanlı Türkleri devlet odaklı bir milliyetçilik geliştirmiştir.[2] Buna göre milletler sınırlandırılmış kimi değerler etrafında, devlet ve kurumların belirlediği “kimlikler”e göre yaşamayı hedefleyen duyuş, düşünüş ve davranış olarak tezahür etmelidir. Bu durum, elbette, biz’e ait olanı ön plana çıkararak “öteki” olanı ayrıştırmayı da içermiştir. Osmanlı Devletinde söz konusu akımların kaderini vuku bulan savaşlar ve dolayısıyla boşalan hazine belirlemiştir. Öyle ki savaşlar birçok şeyi sınamış, bazı şeyleri yeni baştan düşünmeyi bir zorunluluk olarak dayatmıştır. Savaş sonrası ortaya çıkan durumun da birçok şeyi unutturduğunu, ‘şahitliklere’ dayalı olarak yeniden inşa edilen tarihin de bundan nasibini aldığını hesaba katmak gerekiyor. Tarihin yeniden inşasında insanın zaaflarının, ihtiraslarının, acılarının, sevinçlerinin önemli bir rol oynadığını hatırladığımızda, Osmanlı’nın son döneminin Cumhuriyete eski akımları yeni bağlamlarda anlayacağı “sosyal bir ideal” miras bıraktığını düşünebiliriz
[1] Ahmed Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, Dergah yayınları, İstanbul, 1990, s. 259.
[2] Alaattin Oğuz, “Rusya Türklerinin Türk Milliyetçiliğiyle İlişkileri” Doğu Batı, sayı, 38, 2006, s. 122.
Kaleminize sağlık.
Kur’an ve sünnet merkezli olmayan hiç bir şey biz fayda vermez derdi hocalarımız .