Prof. Dr. Celal TÜRER
‘Yol’un ve ‘Yolculuk’un hiç kuşkusuz bizim kültür ve medeniyetimizde çok önemli yeri/anlamı var. Bu bağlamda ‘dış dünya’ya yönelik fizikî yol ve yolculuk kadar -ve belki de fazlasıyla-, ‘iç dünya’nın keşfine dönük manevî yol ve yolculuktan söz etmek mümkündür. ‘Yol’ ve ‘Yolculuk’ imgelerinin çağrıştırdığı tüm esrârengiz ideler, tek başına bile insanoğlunu kışkırtan bir yükleme sahip. Çünkü varoluşumuzu algılayıp anlamlandırma cehdi içine düştüğümüzde, daima bir ‘Yol bulmak’ veya bir ‘Yola koyulmak’ iştiyakıyla baş başa kalırız. Bu noktada ‘Yol’ ve ‘Yolculuk’ imgeleri bize unuttuğumuzu, bizi her an taze ve diri kılacak şeyi hatırlatır.
Zaten din ile ilgili bütün kavramlarda görüldüğü gibi, insanın ontik deneyimini karakterize eden kavram “yolculuktur”; dünyadan ahirete kurtuluş yolculuğu. Yolculuk yollarda gerçekleşir. Din ve şeriat, sünnet, mezhep, tarikat, meşrep gibi ilgili bütün kavramların esprisi yoldur. Bunların tümü Arapça farklı kelimeler ile ifade edilmesi aralarında kritik nüansları iade eder.; ana yol, tali yol, tercihli yol, patika yol gibi. Bu noktada din/tedeyyün ayrımı önelidir. Din ilahi, mutlak ve mükemmel yolu, tedeyyün ise beşeri, izafi ve eksik yolu ve yolda yürüyüşü ifade eder. Mezhep, tarikat meşrep ise genel tedeyyünün özel tezahürlerini ifade eder. İdeal, mümkün olduğunca gayri mükemmel tedeyyünü mükemmel dine yaklaştırmaktır. Tedeyyün bu bakımdan din yorumu olarak adlandırılabilir. İslam anlayışı deyimi teorik açıdan dinin algılanma tarzını anlatırken, İslam yorumu deyimi teori ve pratiğin etkileşimiyle dinin algılanma ve uygulanma tarzının birleşimini anlatır. Bu açıdan din, tek ve evrensel iken tedeyyünler çoğul ve tikel olarak belirir.
Hayat elbette bir yolculuktur. Öyle bir yolculuk ki, kendisi bir hayat kurarak, yolcularından beslenerek ve onları besleyerek devam eder ve nihayet sona erer. Yola koyulan herkesin hikâyesi de yol ile başlar. Elbette yol için önce yola çıkmak gerek, sonra yurdumuza dönebilir, o zamanda ötekileri anlayabiliriz. Derdimize derman aramak için yol çıkmak ve yola çıkmanın ancak derman olduğunu anlamak gerekir. Yola çıkmak istemeyenlere şunu kesinlikle diyebiliriz. Zaten yoldan geliyoruz, ölümden geliyoruz. Ölümden (yeniden) doğuma doğru gidiyoruz. Hiçlikten/ölümden gelen bizler, olanakları yaşadıkça ediniriz. Yaşadıkça, doğa, toplum, kültür tarafından donatılır, olanaklarımız giderek gerçekleşir. Sonunda biter ve yaşam öykümüz ölümle bütünleşir, işte bütün bir varlık olarak o zaman doğarız; bütün bir yaşamı hayata sunarız. Bu noktada son sözümüz, “doğdum” olabilir. Yaşarken, “yaşlandıkça, doğuma yaklaşıyorum” diyebiliriz.
Hayat, yolculuk olsa da; yolda başımıza gelenler değil; başımıza gelenler karşısında bizim ne yaptığımız ya da başımıza gelenleri nasıl karşıladığımızdır. Çünkü hayatımızı biz üretiyoruz. Kararları biz veriyor, biz uyguluyoruz. Anlamını, dokusunu, kokusunu, tadını, rengini biz oluşturuyoruz. Bu açıdan bakıldığında hayat, bizim ona ve ondan yaptığımızdır. Bununla beraber hayat şahsi kayboluşlar ve kargaşalar karşısında ruhi ve hissi yolculuğumuz olarak da tarif edilebilir. Bu durumun muazzamlığı bize mükemmel bir farkındalık yolculuğu fırsatı vermesidir. Evet, yolcuyuz ve yolculuğumuzun farkında olmamız gerek.
Bununla beraber yola çıksak da yol, her zaman bir yere varmaz; kadim zamanlardan beri bilinir önemli olanın yolda olmak olduğu. Yolcu da öyledir biraz; herkes yola çıkabilir ama her yola çıkanın yolcu olacağı söylenemez. Yolculuk daha da karmaşıktır, pek çok şeyi içerir; kolay değildir. Zira hem bir yol olması hem de yola koyulup yolculuğa çıkan bir yolcunun olması gerekir. Hatırlanacağı gibi yol iki şeyi birleştiren, iki ayrı parçayı biraya getirense her yol kaynağına akıyor. Ya da başlangıcı ahir ile birleştiriyor demektir. Bu manada her şey gibi biz de evvele, yani kaynağa dönmeye çalışıyoruz. Irmaklar okyanusa akıyor ya da okyanus ırmakları kendisine çağırıyor.
Yola koyulan insanlar ilkin yolun belirleyici olduğunu düşünür. Çünkü önümüzde bir sürü yol hazır bekler bizleri. Bazı yollar üzerine ayak basanı tutup yakalar, farkına bile varmadan yola çıkanı kendisine çevirir, tutup tutsak eder. Yolcuları esir edip, nereye savrulduklarını bilemeden sürükler. Oysa vuslata erebilmek için yolda olmak gerek, parçaları birleştirmek için yola revan olmak gerekir. Aramakla bulunmasa da bulanların sadece arayanlar olduğunu hatırlamak gerekir.
Yolculuk için yol kadar yolcu da önemlidir. Yolcu her şeyden önce göçebe olmalıdır. Çünkü göçebelik var olanı verileni, hazır bekleyeni reddediştir. Ancak göçebelik bir yersiz yurtsuzluk hali değildir; bu, ait olacağı yeri kendisinin kuracağını bilmenin göçebeliğidir. Bu dünyada olma halini kabul etmemekle başlayan bir göçebeliktir, kendi dünyasını arayıp kurarken, kendisini de kuracağı bir göçebeliktir. Bu manada göçebe bir ruh; sılası olmayan bir gurbet halidir. O, sılasını geride bırakan değil, hiç yaşanılmamış bir sılaya doğru yolculuk edendir. Yurdundan uzaklaşan değil, yurduna doğru; bir yurt kurmaya doğru yönelendir. Çünkü yolculuk, yolcuyu yol boyunca yeniden doğuran ana rahmi gibidir. Herkes yola çıkabilir ama herkes yolcu olamaz. Çıktığımız yolculuk otobanda yaptığımız yolculuk değildir. Başka bir açıdan yolcu/göçebe, güvenli ve güvenlikli yollara girmez. Onun yolu, ilkin yoldan çıkmakla başlar. Yoldan çıkıp patikalara yönelmektir asıl yolculuk. Issız yerlerde yolunu aramaktır. Yaşamı hiçlersek ne kalır geriye? Yokluk. İşte yolculuk, varlığın kendini açmasındaki boyuttur. Bu hiçleme yolculuğudur. Hiç, bu dünyadaki hepliği anlamak için yaşamamız gereken süreçtir.
Peki, yolculukta, yani yolda neyi ararız. Yolda esasen kendimizi ararız. Oysa kendine rastlamak üzere yola çıkmayanlar, hep başkalarının yolu üzerinde dururlar. Maalesef başkalarının kendilerini keşfetmelerini beklerler. Kendimizi bulmak, Rabbimizi bulabilmekle, yani kaynağa dönmekle mümkün olabilir. Bu buluş çok önemlidir, zira “O’nu bulan neyi yitirir. Onu kaybeden neyi kazanır ki?” Onu bulan her şeyi bulur, Onu bulamayan hiçbir şeyi bulamaz. Bu yüzden her daim kendimizi ararız. Yolculuğun amacı bir ney gibi kendinden boşalıp, sahibinin sesiyle, ilahi sesle dolmak; beşeriyetten sıyrılıp ilahi olan ile dolmaktır. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki insanoğlunun bilim, felsefe, sanat arayışları gibi tüm yolculukları esasen köken-i evvele yolculuktur. Bu kozmik yolculuk, kökene götüren yolculuktur. Bu dünyaya gelen her insan seyr-u sulukunu ister mürşitsiz ister mürşitli bir şekilde tamamlar. Çünkü hayat içinde bizi olgunluğa ulaştıracak yeteri derecede imkân ve yol işareti vardır. Yola çıkan her insanı bir köşede acılar, hastalıklar, ayrılıklar ya da sıkıntılar bekler. Bu işaretler en azından yolda olduğumuzu bize hatırlatır. Sözgelimi yakınımızın ölümü, yolda olduğumuzun ciddi bir hatırlatıcısıdır.
Yolculuğun gereği bir arayıştır. Zira yolda olanları/varolanların arınmaları yani, var olabilmeleri için, kozmik adalet gereği, yani her şeyin aslına dönmesi için kefaret ödemeleri gerekir. Bir filozofa sorarlar: “İlim nedir? Hadis olanın kadim olana bitişmesidir. Başka bir ifadeyle ilim, Allah’ı tevhid etmek, sonradan olanın kökene ulaşması için bir yolculuktur. O, öze, Bir’e safa ulaşma yolculuğudur. Saf olarak geldiğimiz bu yolculuğu yine saf olarak bitirmek amacımızdır. Saflığı sağlayamayanlar zaten ateşle saflaştırılacaktır.
Yolculuk saflaşmak, yani içimizi arındırmak, saçma sapan ya da gereksiz anlam yığınları arasından kurtulmak, kendimize yeniden dönmek için gereklidir. Bu yüzden ruhumuzu saflaştırmadan ya da özgürleştirmeden içimizi boşaltamayız. İçimiz ya da ruhumuzu arındırmak, şehrin kalabalıklarından bir ormana, ıssız bir kıra doğru yapılan yolculuğa benzer. Bu yolculukta şehrin kalabalık cadde ve sokaklarından, kaldırımlarından, trafik levhalarından kısaca şehri belirleyen ve tanımlayan binlerce şeyden geçilir. Böylelikle tedrici olarak arınmayı engelleyen yüklerden kurtuluruz. Sözgelimi şehirdeki ana caddeden küçük caddeye girersek, kurallar büyük oranda azalır. Buradan bir sokağa geçtiğimizde ve nihayet bir köy yoluna girdiğimizde bu kurallar, yani işaret ve levhalar neredeyse yok olur. Bir de patikaya girersek burada kural bulunmaz. Patikalar, kırlar ve dağlardan geçilerek hayatın bir hayat olarak anlamını kurmaya başladığımız an ve mekân burasıdır. Burası, ruhun özgürleştiği alandır. (Maskelerin çıkarıldığı alandır) Bu durumu sosyal adetlerimizden olan evlilik kurumu örneğiyle anlatabiliriz. Evliliği kırk gün kırk gecesi var, kirvesi var, ona ait bir folklar var. Bu müthiş yüklerden kurtulduğumuzda evlilikte esas olanın iki ruhun bir araya gelmesi hadisesi olduğunu; bunun dışında her şeyin teferruat olduğunu görürüz. Bu teferruatlar esasen bizim kurduğumuz ve tuzağına düştüğümüz hususlardır. Yolculuk, önceki yolcuların kurduğu pek çok şeyden bizi kurtarır.
Yolculukta amaç ruhu arındırmak olsa da, yolculukta kaybolma tehlikesi vardır. Eskiler sorar: “Derviş kimdir? Yavrularına yiyecek bulmak için yuvadan çıkıp ta kaybolan ve bir daha yuvasına dönemeyen bir kuşa benzer.” Her yolculukta yaşanan bir firar hikâyesi vardır. Sözgelimi delilik ya da cezbe bir firardır, maddeden soyutlanmaktır. Batıda esrar içmek, intihar etmek firar etme anlamındadır. Köktenci bir hile olsa da bu böyledir. İnananlar için de durum farklı değildir. Firar etme geleneğimizde vardır. Sözgelimi secdede Allah’ta kaybolmak vardır. Gerçekten secde edenler ne kendilerini ne başka bir şey bilirler. Bu durumu yola kıyaslarsak, dünyayı bir köprü olarak bilenler, oraya yerleşmezler. Yolda olunur; kalınmaz; bu yüzden sürekli yoldayız. Bu yolda kalma yoktur. Bir düşünürün dediği gibi en iyisi dünyaya gelmeme ama bir kez geldiysen yapabileceğin en iyi şey bir an önce buradan çekip gitmektir. Yola koyulduğumuzda yol zaten bizi alıp götürür. Sufiler üç yolculuktan bahseder. Ona doğru yolculuk, O’nda yolculuk ve O’nunla yolculuk. İlk ikisinde son var ama üçüncüsünde son yoktur. Çünkü hakikat bizim algılamamıza sığmaz. Yaşamakta olduklarımızı sınırlayarak algıladığımız hatırlarsak, hakikatten ne kadar pay aldığımız görebiliriz. Anlamaya çalıştığımız hakikati her daim parçalayarak anlarız. Bu yüzden arifler her türlü sorgulamayı edep dışı olarak anlarlar. Bu nokta Batı ile aramızdaki farkı da ortaya koyar. (Bütün ailemiz yok oluyor ama inancımız, hakikate olan saygımız nedeniyle sabredebiliyoruz.)
Yolculuklarımız kemale yürümek içindir. Kemal ancak idrak mesafesi ile elde edilir. Zira seferde olmak, mekân değiştirme, ayrılışlar her daim ruhsal bilinci parçalar, ona yeni bir halka ekler; eski bilinç gider yeni bir bilinç oluşur. Her bilge zincire, yani yola yeni bir halka ekler. Her ayrılık bir seferdir. Sözgelimi bir şehre ya da mekâna gittiğimizde oraya dair hatırlarımız oluşur. Bu manada o mekânlar, ruhun yuvalandığı yer olurlar. Yola devam etmek için gözü karartmak, ateşe atlamak, bedel ödemek gerekir. Elbette tüm bunları yapabilmek için âşık olmak ya da yolu aşk yoluna çevirmek gerekir. Zira âşık kesret meydanında dikkatini bir noktaya teksif ederek ilerler. Âşık olmayan kimselerin dikkatleri değişik nesnelere, değişik şeylere dağılmış vaziyettedir. Buna karşın âşık diğer insanların güzel dediği, hoşlandığı her şeyde sevgilisinin izlerini görür. Aşık bu mecazi alemden ilahi aleme doğru yolculuk yaparken gidilen yolun bir talim, bir eğitim yeri olduğunu bilir. Aynı şekilde âşık bu meydanda sınanacağını da bilir. Sınanmak, elbette Maşukun nazıdır. Zira Allah yolundaki yolcunun pişmesi, hatta yanması gerekir. Bu yüzden yolculuğumuz ya bizi pişirecek ya da bizden adam olmayacağını anlatıp derdimize ağlatacaktır.
Yolculukların aşkla olması gerekir. Zira ne kadar seversen, o kadar bilirsin. Oysa bilmek isteyen akıl esasen insanların bağıdır. Aşk ise bu bağları çözer. Akıl her zaman taşkınlık etmemeyi söylerken; aşk teklifsiz davranmamızı ister. Aşk, sufiler için gerçek bir bilgi kaynağıdır, bilgi getirir. Onlara göre aşkın ardından bilgi gelir, marifet makamı gelir. Bu yüzden Cenab-ı Hak şöyle buyurur: “Beni talep eden Beni bulur, Beni bulan beni sevmeye başlar, Beni seven Beni bilir, Beni tanır, Beni tanıyan Bana âşık olur. Her kim Bana âşık olursa, ben de ona âşık olurum. Lakin ben kime âşık olursam onu (el gayur) öldürürüm. Ama ben kimi öldürürsem de diyetini ödemem Benim üzerime farzdır. Ben kimin diyetini ödeyeceksem onun diyeti de bizzat benim.
Hayat ya da İslam, üzerinde sonsuza kadar yürünecek bir yolu temsil eder. Bu yolculukta elbette harita gerekir. Bizim yolculuğumuzun haritası Kuran’dır. Kuran bir yandan insanlığın meta hikâyesini diğer taraftan bireyin kendi hikâyesini bulacağı yol/culuk hikâyesini oluşturur. Onun orijinalliği bir taraftan “köken” anlatısı olması, diğer taraftan da “beni bana, seni sana, onu ona, bizi bize” anlatıyor olmasıdır. Her doğan çocukla birlikte yol hikâyesi yeniden başlar. Kur’an bize bir yolcu olarak yaşamanın nasıllığını anlatır. Bu manada Hz. Adem’den başlayarak tüm peygamberler ve son Peygamber Hz. Muhammed yol/culuk hikayesini anlatır. Onlar bize “Kun ke ağbiri sebil” garip yolcu olmayı öğretiler. Onlar yolları sonunda yol işaretlerini bırakırlar ve onların işaretleri yatay ve dikey olarak beni, seni, onu ve bizi anlatır.
İlahi aşkla maksada erişebilmenin yolu ise Sevgililer sevgilisinden geçer. Çünkü Yüce Allah “Ey insanlar! Beni sevmek istiyorsanız Habibimi seviniz, O’na uyunuz” der. Hz. Peygamber, kâmil insanın protipidir. Başka bir açıdan insanlığın meta hikâyesini temsil eden Hz. Peygamberdir. Onun hikâyesinde aslında hayatın özü ve özeti vardır. Kaynak ve son olduğu için, cevamil kelim olduğu için, kelamı taşıdığı için, her şeyi ihtiva ettiği için en iyi örnektir. Bütün insanlığın meta/büyük yolculuğu onun hakikatidir. Pek çok sufi, “Biz insanı şüphesiz en mükemmel suret yarattık” ayetinde geçen insanlığın atası olan mükemmel insan, insan-ı hakiki ya da insan-ı asliyi hakikat-i Muhammediyye olarak nitelerler. Aynı şekilde (bir rivayette) bütün insanlık Muhammedi nurdan yaratıldığı için, o hatıraya aşina olduğumuz için bizim içimiz sızlar. Bizim yolculuğumuzda ondan hatıralar var. Bir hadis duyduğumuzda kalbimizin yanması ondadır. Haberdar olsun olmasın, hikmeti duyduğumuzda o hatıranın canlanması ondandır. Mevlana’yı ya da bir Allah dostunu niye seviyoruz? Aslında sadece Hz. Peygamberi seviyoruz.
Yolda sadece yaşadıklarımız ve hissettiklerimiz gerçektir. Yolda bildiklerimiz ve öğrendiklerimiz değil; bilgeliklerimiz gerçektir. Yolculukta ne hissettiğimiz bir hatırlayalım. Pek çok kişi yolculuğa dair deneyimlerini yokladıklarında hangi duygulara sahip olduklarını hatırlayabilirler. Bir an için terminal, havaalanı ve tren garlarındaki manzaraları bir hatırlayalım. Sanırım umut, sevinç, hüzün ve belirsizlik duygusu hâkimdir. Yol hususunda geleceğinize dair hayalleriniz varsa umut edersiniz; yani bir yola girdiğinizi için sevinirsiniz; eğer geçici de olsa sevdiğiniz insanlardan ve mekânlardan ayrılıyorsanız hüzün hissedersiniz ve ne yapacağınız konusunda belirsizlik içinde olursunuz. Hâsılı yolda kendinizi garip hissedersiniz.
Yolda hissedilen ve yaşanan bu duyguların hepsi gerçektir. Çünkü onlar yolcunun sahip olduğu/olması gereken asıl duygularıdır. Yolda şımaramazsınız; büyüklük gösteremezsiniz, yolu sahiplenemezsiniz, sizi zora sokacak şekilde yolda eğlenemezsiniz ya da vakit kaybedemezsiniz, yolculuk azığınızı ve yükünüzü hafifi alırsınız. Kısaca yolda olduğunuzun farkında olursunuz. Şöyle dua edilmez mi yolda: “Ya Rabbi garibim, güçsüzüm, çaresizim, acizim, iradesizim, yardım diliyorum, affını bekliyorum, dergâhına kabul et beni” Ne mutlu gariplere duasının sırrını anlayabilenlere. Garip, gariban; aciz yoksun insan değildir. Aksine garip hasbî insandır, olduğu gibi olandır; daha başka nasıl olunduğunu bilmeyen bir insandır. O, kendiliğinden, öylece olandır. Yalnızlığı da belki ondandır. Çevresindeki insanlarla birlikte yapayalnızdır. Her çağda onların sayısı azdır. Onların asli görevleri çağlarındaki haksızlığa, zulme, kabalığa karşı çıkmaktır. Dünyanın yabancıları oldukları için onlar hayata tutunamazlar. Hayata her tutunamayan garip değildir ama her garip, tutunamayandır. Onlar, zekâları, yetenekleri yetmediği için değil; yaşam mantıkları, bu dünyanın yaşam mantığına uymadığı için ‘dışarıda’ kalırlar. Bu dünya gurbetinde içlerinde gurbeti taşırlar. Bu yüzden hep yabanda, hep uzakta, hep bir başına, hep yapayalnız yaşarlar.
Yolda olduğunu ve bir yere doğru yürüdüğünü fark edenlerin koruması gereken pek çok şey vardır. Önce edebimizi korumalıyız. Yolda karşılaştıklarımız edebin başladığı yerdir. Yolda anne, baba, kardeş, amca, öğretmen, eşimiz, çocuklarımızla, dostlarımızla, bizi sevmeyenlerle karşılaşırız. Tüm karşılaşmalar bize ayna tutar. Karşılaşmalarda esasen kendi yüzümüzü görüp, kendi ruhumuzu karşılarız. Yüzümüz öteki insandan, ötedeki insandan, karşılaştığımız insandan ödünç alındığı için kendi yüzümüzü göremeyiz. Tüm karşılaşmalarımız aslında ağırlama olmalıdır. Başka bir ifadeyle ağırlama, çok incelik isteyen bir karşılama’dır. Karşılaşılan herkes bize konuktur. Kültürümüzün diliyle karşılanan Tanrı misafiridir ve bize emanettir. Edebimizi koruduğumuzda karşılaştıklarımızı kendimize misafir ederiz. Bu manada karşılaşma cânın açılması, canâna, ötekine doğru yola çıkmasıdır. Canların buluşmasıdır. Can, kendini diğer canda bulur. Karşıma alabildiğim canla karşılaşmak için yollara düşerim. Ben giderim, o gelir. Ben gelirim, o gelir, gelişiriz. Birbirimize geliriz.
Yolculukta hüznümüzü korumak gerek. Hüzün, yaşanana, yaşananın tortusuna ‘ardından bakma’dır. Yaşanmış gerçeklikle birlikte titreşmektir. Yaşanmış üstüne bir yoğunlaşmadır. Yaşanmışın yarı belirsiz değerlendirilmesidir. Kaçırılanlar, yanlışlıklar, acılar, çaresizlikler, geçip giden zamanın bir daha geri gelmeyeceğine kapılmadır. Hüzün bir pişmanlık, derin bir melankoli değildir. Hüzünde tutku, kızgınlık, nefret yoktur. O, gerçekliğin, geçmiş zaman dilimini, dingin bir tatla değerlendirme yaşantısıdır. O, doyurulması gereken bir arzudur. Çünkü hüzün, ‘olduğu gibilik’le çıkılan bir geçmiş yolculuğudur. Hüzünde, gerçeğin diğer yaşantılarla tanıyamayacağımız ‘yüzlerini’ görürüz. Kendimizi bu yaşantıyla yeniden fark eder, yeniden keşfederiz. Bu düz bir ‘keşif değil; hüzünle dönüştüğümüz bir keşiftir.
Yolculukta içtenliğimizi, yani çelebiliğimizi korumalıyız. Yoldaki insanlara güvenmek, ‘insan sıcaklığı’ ile dolu olmak, her daim iyimser olmak gerekir. İyimserlik, elbette boş bir aldanış değildir. O, bilgisizlik hali de değildir; Eksikliklerin, sorunların, yetersizliklerin, perişanlığın, dünyanın gidişindeki haksızlığın farkında olsa da hep umutludur. Acılarını derinlerde yaşar çelebi; ama hiç acıdan söz etmez. Yaşam enerjilerini insan sevginden aldıkları için kendilerinden ve hayattan memnundurlar. Çelebi, pek çok sıkıntıya, çileye katlanmayı bilendir. Bunun nedeni sıkıntılardan kaçmadığı, onları kabul ettiği içindir. O, yitirdiklerini görür, karşılaşır onlarla. Çaresizlikleriyle muhabbete geçebilir. Acıları kendisini güzelleştirmek, olgunlaştırmak, yaşadığı dünyada öteki insanlara karşı daha sorumlu olmak için kullanır. Çünkü çelebi, kendi varlığının bir ‘aşama’ olduğunu düşünür. Yaşar ve örnek olur insanlara.
Yolda olduğumuzu her daim unutmamak gerek. Gerçekten hayat unutuş ve hatırlayışlardan ibarettir. Hatırladığımız kadar var olmaktayız. Hayatın gizlerine doğru yürümenin sınırsız, bitimsiz yolları olduğunu unutmamız gerek. Yürünecek yolların çeşitliliği, insan olabilmenin önemli olanaklarını yansıtır. İnsanın kendini gerçekleştirmesinin, bu dünyada varolabilmesinin, hayat sesini duyurabilmesinin o denli çok yolu var ki! Sorun, insanın bu yollar zenginliğini kavrayamayışında, kavrasa da gerçekleştiremeyişinde yatmaktadır. Her dönemde yolların bitmediğini, çârelerein tükenmediğini gösteren yolcular vardır. İnsan yaşadıkça çare hep vardır. Yaşamak yolda olmaktır. Ancak yolunu tanıyıp yürüyebilen, yürümeyi göze alabilenler azalmıştır.
Yolda olanlara ne çok gereksinimimiz var! Sıkışmışız daracık yaşamlarımızda! Mevlana, “Gönlü benim gönlüm gibi feryat içinde olan diğerini arıyorum. Beni tam manasıyla anlayan birini arıyorum” der. Bu arayış biri dikey; diğeri yatay olan iki yöne sahiptir. Dikey olmak itibarıyla metafizik mahiyeti olan bir yolculuk hali, bir arayıştır. Aşk halidir; ancak firakın, hicranın içinde bu hal anlaşılır. Allah’a doğru yolculuk halinde bunu anlayabiliriz. Diğer taraftan dikey arayıştan alınan ilhamlarla öteki insanlara doğru yaşanan bir taraf da vardır. Bu, insanın kardeşiyle, toplumla, dostla, sevgiliyle bütünleşme arayışıdır. Gerçek dost, dikey ilişkide Allah, yatay ilişkide Hz. Peygamberdir. Gerçekten yaşamımıza ruh üfleyecek, gönüllerimize inşirah verecek dikey ve yatay yolculuk yapanlara ihtiyaç var. Yoldayız. Sakın ola, korkmayalım. Bir gün varacağız. Yaşamanın, has yaşamaların erenleri olmaya gayret edelim. Bu yolculukta ölüm kaçınılmaz, elimizde değil. Oysa güzelleştirilmeye, sorumluluğunu taşımaya çabaladığımız yaşam yolculuğumuz bir ölçüde elimizdedir. Bu yolda yol nereye uğrarsa oraya gitmeye karar vermek gerekir. Bununla beraber olup bitenin aslında O’nun iradesi haricinde olmadığını da unutmamak ve Abdal gibi kıyafetleri bırakarak üryan olanların anlayacağı sırra göçmek gerekir. Çünkü biz bu dünyaya adlarımız sildirmek için gelmişiz.
Dostum, yollar yürümek içindir.
Fakat şu gerçeği de hiç unutma:
Yürümekle varılmaz,
Lakin varanlar yürüyenlerdir.