Düşünce tarihinde özgürlük fikrinin üç ana tanımını görüyoruz. İlk tanıma göre özgürlük, her şeyden önce “kendini gerçekleştirme” anlamına gelmektedir. Bu husus, kişinin kendi iradesiyle eylemlerini başlatmak için doğuştan sahip olduğu ve bir dereceye kadar öncül belirleyici koşullar tarafından şekillenmemiş bir güce işaret eder.[1] İnsanın yapısal bir olanağı olarak karşımıza çıkan bu güç “engel olmaksızın” herkesin istediğini yapabilme kudreti, fırsat veya avantajı olarak tanımlanabilir. Özü gereği vazgeçilmez bir talep olarak tüm açıklamaların merkezinde duran bu güç, kişisel eylemin gerisindeki temel saik olarak gerçekleştirilmesi gereken bir değer ya da hak fikrine denk düşer. Bu değeri ya da hakkı gerçekleştirmek ise bir imkândan, yani insanın kendiyle insanlar arası eylemlerinde kendini gösterebilecek olan olanaklarından ibarettir. Bu çerçevede özgürlük insan denilen varlığın yapısal bir özelliği ve sadece onun türüne özgü bir husus haline gelir. Bu husus bazen istemeye bazen eylemlere hatta bazen de özgürlüğe mahkûmluğa atfedilerek farklı bakışlar içinde açıklansa da özgürlük, kişi perspektifinden tanımlanan ve toplumsal özgürlük ya da toplumun özgürlüğü olarak adlandırılabilecek bir özgürlük türüne gönderimde bulunmaz.
İkinci olarak özgürlük, insanın “kendini mükemmellik” ile özdeşleştirmesi; kişinin kendini tutku ve önyargılarından kurtararak iradesini akıl veya ahlaki kanunla uyumlu hale getirmesi şeklinde anlaşılmıştır. Özgürlük fikrinin bu ikinci yorumu, insanın “bizim irademizden daha yüksek bir yasaya” olan inancı ile onun rehberliğine müracaatına dayanır. Benlik ile canlılık, değerler ile olgular, kararlar ile politikalar arasında çatışma içinde kalan insanı çekip çevirmeyi görev edinen söz konusu özgürlük, seçimler vasıtasıyla yaşamın belirleyicisidir ve ona bağlanışını temsil eder. Seçmek ve eylemek, seçeneklerin varlığına göndermede bulunduğundan, birden çok olanaklı yaşam tarzının mevcut olduğu ve insanın bunlar arasında seçim yaparak kendi dünyasını oluşturduğu bir yaklaşıma gönderme yapar. Buna göre sonuçta ya insanı arzularının esiri kılacak ya da onların fersah fersah uzağına atacak erdemli bir yaşam oluşacaktır. Her iki yaşam tarzı esasen insanın varoluşundaki eğilimleri nasıl algılayacağına atıf yaparak; bu dünyada nasıl bir kişi olacağına, dünyanın nasıl olmasını gerektiğine ve onun yaşama dair beklentilerine dayanır. Öyleyse yaşam seçime, sorumluluğa ve zorunluluğa tabidir; nasıl bir yaşam seçeceğimizin gerisinde ise nasıl bir kişi olduğumuz, neleri seçtiğimiz, yani kısaca karakterimiz yatar.
Üçüncü olarak özgürlük “kendi kaderini tayin etme”, yani insanın içsel bir nedensel inisiyatif güce sahip olarak yaşamını devam ettirebileceği anlamına gelir. Felsefede Agustinus’tan itibaren başlayan özgürlükçüler ve deterministler arasında süregiden tartışma, çoğu zaman bu üçüncü özgürlük tanımına, yani insanın irade özgürlüğüne sahip olup-olmadığı hususuna odaklanmıştır. Bu durum, düşüncenin tekâmülü açısından bir gereksinim, yani ‘arkhe’, ‘doğa’ ve ‘Tanrı’ sorunundan insanla ilgili sorunlara yönelmede meselenin bir kıvama kavuşması olarak algılanmıştır. Bu sorun, materyalizmden kaderciliğe, monizmden spiritüalizme, zorunluluktan özgürlüğe, monizmden çoğulculuğa kadar uzanan çizgide eylemlerimizle belirlediğimiz dünyanın nasıl resme sahip olduğu ya da metafiziği nasıl yapağımız meselesidir. Zaten pek çok filozof felsefi tartışmalarında “şimdi sözü özgür iradeye getir” diyerek tüm psikolojik, ahlaki, sosyal ve metafizik meselelerin temelinde söz konusu sorunun olduğunu beyan eder.