“Mahalle mektebi” bizim kuşakların daha çok kitaplardan tanıdığı, bazı şair ve yazarların biyografilerinden öğrendiği bir kavramdı. Genellikle bir tek hoca efendinin inisiyatifinde ve ağırlıklı olarak “dînî” bilgilerin verildiği eğitim kurumları idi bunlar.. Öğrencilerinin dilinden anladığı yegâne şey; herhalde hocadan çok, disiplinin vazgeçilmez unsuru “falaka” olmalıydı “mahalle mektebi”nde..
Eski toplum hayatında şehirlerin kuruluş felsefesi gereği mahallenin merkezinde mutlaka bir cami veya en azından bir mescid olmalıydı.. İşte “Mahalle mescidi” olgusu bu sosyal ihtiyacın doğal ve biraz da zorunlu bir tezahürü idi. “Mahalle imamı” doğal olarak “Mahalle mescidi”nin de yegâne sorumlusu idi. Bir de henüz sağlık kurumlarının yeterince bulunmadığı, diplomalı hemşire hanımların yetişmediği dönemlerde bu işleri yürüten “Mahalle ebesi” vardı mahallelerde.. Daha ziyade o mahallenin yaşlıları ve tecrübeli hanımları arasından öne çıkanlar bu işi mahallenin kendisine yüklediği kutsal bir görev olarak kabullenip yaparlardı.
Eskiden bereketli mi bereketli bir “mahalle komşuluğu” vardı. Yeri geldiğinde akrabalıktan öte bir yakınlık, birlik ve beraberlik demekti bu.. Zaten onların oluşturduğu bu bütünlüğe “mahalleli” denirdi.. Aynı mahallede oturuyor olmanın bu insanlara yüklediği maddî ve manevî sorumluluklar çevresinde o kadar geniş bir halk kültürü oluşmuş idi ki, bunu bir başka milletin kültüründe görmek sanırım kolay kolay mümkün değildi. Bu elbette bizim mensubu bulunduğumuz inanç sisteminin de olmazsa olmazları arasında idi. Zira Hz. Peygamber’in “komşu” hakkına ve “komşuluk” hukukuna dair söylediği o kadar çok sözü vardı ki, onunla yaşayanların söylediği; “komşuyu komşusuna vâris kılacağını zannettik..” sözünü bilmeyen, duymayan yoktu sanki.. “Ev komşusu”, “kapı komşusu”, “bahçe komşusu” bütün bu yakınlıkların farklı adları olmuştur hep.. İyi komşuluk ilişkileri, sağlıklı, huzurlu bir mahallenin habercisi idi çoğu zaman.. Çünkü bu toplumda “komşu komşunun külüne muhtaç” idi bir zamanlar.. “Ev almadan önce komşu alınırdı” bu yüzden.. Hatta öyle ki; “komşunun iti bile komşuya ürümez”di. Bu ilişkiler o kadar saygıdeğer idi ki yabancılar “komşuyu komşudan sorarlardı”. Çünkü o mahalledeki “komşuluk kardeşlikten ileri”ydi. Meselâ “komşu kapısına çevirmek” deyimi; komşusunun evini kendi evi gibi bilmenin, zamanlı zamansız olur olmaz vakitlerde “çat kapı” komşuya uğramanın diğer adıydı aslında.. Bunun adı sadece “samimiyet” ve “yakınlık” idi. “Komşu ekmeği komşuya borçtu” o zamanlar.. “Komşu hakkının Tanrı hakkı olduğu”na inanılırdı her zaman.. Bu yüzden “komşuda pişenin komşuya düşmediği” pek nâdirdi.. Zira o komşuluklarda herkes, Peygamberinin “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir!” uyarısıyla diken üstünde yatar kalkardı..
Şimdi ilginç bir komşuluktan; “Ateş komşuluğu”ndan söz etmek istiyorum sizlere, tabii özellikle gençlere.. Eskiden kibrit, çakmak gibi ateş yakacak aletlerin bulunmadığı zamanlarda o gün yanmış olan ateşin bir kısmı, ertesi gün için ocaklarda küllenip saklanırdı. Ertesi sabah olunca da odunlar akşamdan kalma bu ateşle tutuşturulurdu. Eğer akşamdan bu ateş saklanamamışsa ya da saklanan bu ateş sönmüş olursa hemen en yakın komşudan ateş istenirdi. İşte ateş istenen bu komşuya denirdi “ateş komşusu”.. Oturmaya gelip de üç-beş dakika sonra gitmeye kalkan da, “Ne o ateş almaya mı geldin?!” paylamasından nasibini alırdı tabii..
Sonra “Mahalle odaları” vardı bir zamanlar.. Hali vakti yerinde olanların özellikle yaşlı erkekler için evlerinin selamlık bölümünde yaptırdıkları yazlık ve kışlık “oda”lar, zaman olur yalnızlıkların paylaşıldığı cıvıl cıvıl mekânlar olur, zaman gelir “hatırının kırk yıl unutulmadığı” bir fincan kahvenin keyifle yudumlandığı yerler olurdu. Uzun kış gecelerinde bazen helva sohbetlerine tanık olduğunuz bu odalarda, bir akşam ansızın leziz bir kuzu çevirmesi ile karşılanabilirdiniz meselâ.. Mahallenin yerine göre halk mektepleri, kültür mahfilleri olan “mahalle odaları”nda mahalle için önemli kararlar alınır, mahalle için gerekli sosyal dayanışma ve yardımlaşmanın en kutlu projeleri burada görüşülüp karara bağlanırdı. Fakr u zaruret içinde olanların, maddi manevi zor durumda kalanların imdadına önce o mahallenin hali vakti yerinde eşrafı yetişir, gizlice toplanan yardımlar yine gizlice ihtiyaç sahiplerinin kapısına bırakılırdı. İhtiyaç sahipleri bu yardımların kimden geldiğini bile bilmezdi. Zira yardımı yapanlar için bunun bir önemi de yoktu ayrıca.. Ne ulvî bir duygu, ne kadar kutlu, asil, soylu bir dayanışma örneği değil mi ? Bu sadece “mahalleli” olmanın o insanlara yüklediği bir sorumluluk idi aslında.. Zamanla bu “oda”ların yerini “mahalle kahvehâneleri” aldı belki ama onlar bu yardımlaşma fonksiyonunu ne kadar icra edebildiler orası tartışılır herhalde.. Yaşanılan mekânların, buralardaki sohbet toplantılarının gürültü frekansı biraz yükselirse bunu adı da ortamı “mahalle kahvesine döndürmek” olurdu.. Ufacık bir meselede ortalığı velveleye vermenin bu mahalledeki adı “mahalleyi ayağa kaldırmak” idi. Bu gibi durumlar da; “dünya yansa hasırı tütmeyecek” olan yeni apartman hayatının gamsız sakinlerine ithaf olunur..!
“Mahalle dedikodusu”, mahallede yayılan asılsız söylentileri dile getirdi bir zaman.. “Mahallenin şerefi” o mahallede yaşayan küçük büyük herkesi alâkadar ederdi elbette.. Mahallenin sahip olduğu gurur kaynağı şahsiyetler nasıl o mahallenin “şerefi” ya da “yüz akı” iseler, aynı şekilde toplumun manevi ve ahlâki değerlerini hiçe sayıp onursuzca davrananlar da “mahallenin yüz karası” olarak damgayı yerlerdi. Bu noktada o çevrede yaşayan bireyleri birebir bağlayan inanılmaz bir “mahalle baskısı” vardı zira.. Yazılı kanunların engellemekten çoğu zaman aciz kaldığı sayısız olumsuz davranış bu “baskı” sayesinde daha doğmadan biterdi. Belki şerefli, izzetli ve iffetli Müslüman-Türk kadınının toplum tarafından hoş karşılanmayan gayr-i ahlâki bir yaşantının içerisine düşmesi de “mahalle karısı” gibi, görünüşte rencide edici, ama sonuçları düşünüldüğünde “anlamlı” bir adlandırmayı ona vermekle önlenmiş olurdu çoğu zaman..
Hayatımızdan bir yıldız gibi kaybolup giden sadece “mahalle” değildi kuşkusuz.. Çok şeyler kaybettik “O”nun kayboluşu ile birlikte: İşte yukarıda belki sadece bir kısmını sayabildiğimiz terimler, kavramlar, deyimler ve atasözleri.. Mahalle ile birlikte onlar da güzel Türkçemizi sessizce terk edip gittiler.. Bir daha geri dönerler mi bilinmez.. Bütün bu güzellikleri, geçmiş hayatların bu unutulmaz renklerini bu günün nesillerinin birer “nostalji” olarak düşünmesi ne kadar doğrudur bilinmez..
Kurduğumuz, kuracağımız yeni hayatların, en az, insanî ilişkilerin hasbice yaşandığı o eski “mahalle” hayatı kadar huzurlu ve bereketli olmasını kim istemez ki..!