Prof. Dr. Rıdvan Canım
Ne mutlu bir mahallenin şefkatli ikliminde doğup büyüyenlere… Ne mutlu mahallesine olan aidiyet duygusunu bir “kimlik”ten öte bir “tutku” mertebesinde yüreklerinde birer künye gibi taşıyanlara, taşıyabilenlere.. Evet ne mutlu onlara..! Hele hele bir mahalleye mensubiyet duyanların sayısının her geçen gün azaldığı günümüzde.. Esasen bizler “şehirler” inşâ etmiş, medenileşmenin şehirleşme demek olduğuna inanmış bir medeniyetin çocuklarıyız. Bir arada yaşama kültürünü, insan olmanın doğal bir tezâhürü olarak görmüş ve öylece kabul etmiş bir medeniyetin mensupları olarak bizler, dünya milletlerine birlikte huzur içinde yaşamanın en güzel örneklerini vermişiz. Öyle ki yaşadığımız hayat neredeyse bütün kesitleriyle kültürümüze, sanatımıza, edebiyatımıza yansımış, konuştuğumuz dilimizi şekillendirmiş.. Bir milletin dilinin o milletin eğitim sistemini, hayat felsefesini, yaşama biçimini, gelenek ve göreneklerini, düşünce tarzını, gündelik yaşantısına dair hayat sahnelerini yansıtması tesadüf olamayacağı gibi, son derece de anlamlıdır aslında.. Güzel Türkçemizin eski toplum yaşantımıza ayna tutan örnekleri, bazen kelime ve kavramlarımızda, bazen deyimlerimizde ve atasözlerimizde çıkar hayat sahnesine.. Ama nerede ve ne şekilde çıkmış olursa olsun dilimizdeki bu “söz yapıları” her zaman yaşanan bir hayatın, adına “mahalle” dediğimiz kaybolan bir yaşama tarzının gizli güzelliklerini serer gözler önüne.. İsterseniz “mahalle” kavramı ile birlikte hayatımızdan çıkıp gidenlere “dilimizi şahit tutarak” şöyle bir bakalım mı, ne dersiniz..
İşte onların ilki.. Mahallelerimiz varken bizim “mahalle bekçilerimiz” vardı meselâ.. Mahalle bekçisi mahallenin o kadar ayrılmaz bir parçası idi ki ona “Bekçi baba” denirdi. O, mahalledeki her ailenin kendisine sonsuz güven duyduğu birisiydi. Sonra “mahalle imamı” vardı.. O ki en az mahallenin muhtarı kadar mahallenin yönetiminden sorumlu biri idi. Zaman içinde devâsâ alış-veriş merkezlerinin üzerine kâbus gibi çöktüğü mütevazı bir “mahalle bakkalı”mız vardı sonra.. Hemen her mahallenin ufak tefek günlük ihtiyaçlarını karşılayan, para pul sormadan ihtiyacı olanın ihtiyacını görüp hayır dualar eşliğinde evine gönderen bir iyilik meleği idi o.. “Mahalle hamamları” vardı bir de.. Çoğunlukla mahalleli hanımların hayatlarının bir parçası olan mahalle hamamlarının, yerine göre bir düğün bayram yeri, yerine göre aniden takunyaların, peştamallara sarılmış hamam taslarının havada uçuşmaya başladığı, bir savaş meydanına dönüşmesi sıradan hadiselerdendi.. Ama savaş sahnelerini aratmayan bütün bu hamam fasılları hayatın “renkleri” olmaktan öte gitmezdi çoğu zaman..
Mahallenin mahalle olduğu zamanlarda her mahallenin bir “mahalle çeşmesi” vardı.. Şehirlerin su dağıtım şebekelerinin henüz evlere kadar uzanmadığı zamanlardı o zamanlar.. Evlerinin bahçelerinde açtırdıkları kuyu ve sarnıçlarla –özellikle- yetinmeyip günün en taze haber ve dedikodularını suyla beraber evlerine taşımak isteyen mahalleli ne yapsın?! Eşraftan hayır sahiplerinin mahalleleri için yaptırdıkları bu çeşmeler çoğu zaman Türk’ün mimarlık dehâsını taş üzerine bir gergef gibi işleyen örnekler olmanın yanı sıra hasretlerin de buluşma mekânı idi. Bir mahalle varsa oranın mutlaka bir “mahalle kabadayısı” vardı.. Çoğu zaman “durumdan vazife çıkarıp” mahallede nizam ve intizamı sağlayan, âsâyişi temin eden o idi.. Mahallede kendisine böylesine “kutsal!” bir görevi biçen de aslında yine kendisi idi.. Mahallenin yavaş yavaş can çekiştiği ama siyah-beyaz Türk filmlerinin henüz kapalı gişe oynadığı günlerde bu mahalle kabadayısının adı, mahallenin “bıçkın delikanlısı” Ayhan Işık olabilirdi meselâ.. Onun en kutsal görevi “mahallenin namusu”nu korumaktı.. O da ne demek demeyin sakın.. “Mahallenin namusu”; bir mahallenin bütünüyle ahlâki değerlerini içinde barındıran ve saklayan bir deyimdi.. Olur ya bu değerler herhangi bir şekilde saldırıya uğrar veya zayıflarsa bunu korumak veya düzeltmek de topyekün mahallelinin görevi olup, olayın “koruyucu” kişiyi ilgilendirmesi de şart değildi.. Mahalleyi küçültücü her türlü davranışa karşı çıkmak mahallelinin tabii görevleri arasında idi. Diyelim ki böyle bir görev sırasında koruyucunun başına “tatsız” bir olay geldi, o zaman onun adı; “mahallenin namusu uğruna başı belâya girmek” olurdu.
“Mahalle baskını” da eski mahalle yaşantısının bize miras bıraktığı kavramlar arasında yer alır. Mahallede çoğu zaman bekâr, dul veya evli olup da kocasına bağlı olmayan hanımların -olmaya ki- evlerine yabancı bir erkek aldıkları fark edilirse, mahalleli, imam efendinin öncülüğünde söz konusu eve baskın düzenleyip olaya dramatik biçimde el koyardı. “Mahalle kavgaları” en az “mahalle maçları” kadar mahalleler arası rekâbetin ayyuka çıktığı, mahallenin gündemini birden değiştirebilen sıra dışı olaylardı. Yukarıda sözünü ettiğimiz “mahallenin kabadayıları”, mahalle kavgalarının bayraktarı ya da sancaktarı olmanın gururunu yaşayan birinci şahıslar olarak öne çıkardı hep.. Bazen “haberli” olan bu kavgalar bazen de bir “baskın” olur, karşı tarafın üzerine kâbus gibi çökerdi. Ardında kanlı sahneler bırakabilen bu mahalle kavgalarından sonra artık her iki mahallenin özellikle söz konusu kahramanlarının rakip mahallenin sınırları içinden geçmesinin imkânı kalmazdı. Çoğu zaman bu kavgalarda sözü edilen “sen elbet bizim mahalleden geçersin bir gün!” tehdidi, gelecekte neler olabileceğinin en güzel ifadesiydi.. Bütün bu mahalle kavgalarının genellikle “mahalle karakolu”nda sonuçlanmasından daha doğal ne olabilirdi ki ?