Bir eğitim-öğretim yılını daha geride bırakıyoruz. Geride bıraktığımız yılın daha öncekilerden bir farkının olup olmadığı hatta olması gerekip gerekmediği şeklinde nitelikli bir tartışmamız olabilseydi keşke. O zaman belki herkesin çok şikayetçi göründüğü bu yapıyı başka türlü yapma imkanımız olabilirdi. Bu vesileyle esasında sık sık tekrarladığımız bazı hususlara değinmekte fayda görüyorum. Türkiye’de yürürlükte bir eğitim-öğretim sistemi var. Sistemin işleyişi ile ilgili hoşnutsuzluğumuz olsa da bu hoşnutsuzluğu yapısal bir eleştiriyle bütünleştirme becerisi gösteremiyoruz. Bu yüzden de bazı teknik aksaklıklar temelinde bir döngüde dönüp duruyoruz. Bazen müfredat oluyor gündemimiz bazen öğretmenin niteliği bazen sınav sistemi vs. Ancak nihayetinde dönüp durduğumuz yer üç aşağı beş yukarı aynı yer oluyor.
Tarihsel olarak bakıldığında ülkemizde eğitimin içinde aktığı sınırları çizilmiş bir kanal var ve bu kanal bütün mantığı, kurgusu ve işleyişiyle yürürlükte olmaya devam ediyor. Devam etmesi için açık veya örtük pek çok faaliyetin yürütüldüğünü söylemek mümkün. Diğer taraftan bütün eleştirel görünümüne rağmen mevcut yapının varlığını sorun eden dolayısıyla bu yönde ve bu şekilde devam etmemesi için bir faaliyetin yürütüldüğünden bahsetmek çok da mümkün değil.
İdeolojik bir takım dokunuşların şüphesiz Türkiye tarihi içiresinde anlamı var ve bu açıdan da kıymetlidir. Ancak meselenin burayla sınırlı olduğunu düşünmek ve dolayısıyla ideolojik bir düzlemde mevzuyu tüketmek çok daha büyük bir hata olarak karşımıza çıkıyor. Hoşnutsuzluklara sebebiyet veren hususları yapısal bir eleştiriye dönüştürmekle kastettiğimiz şey de bu esasında. Çünkü eğitim-öğretim alanında yaşadığımız hoşnutsuzluğun bir kısmı işin ideolojik boyutuyla ilgili.
Diğer taraftan bu sistemi günümüz dünyası içinde konumlandırmak, siyasi, ekonomik, teknolojik ve sosyal alanlarda yaşanan köklü dönüşümlerin birleşiminde ele almak çok daha zorlu ve bütüncül bir eğitim kavrayışını zorunlu kılıyor. Dolayısıyla tevarüs edegelen eğitim kavrayışımız ile yaşadığımız gerçeklik arasında mesafe büsbütün açılmış hatta kopmuş denilse yeridir.
Şüphesiz egemen form ve anlatı olarak zorunlu kitlesel eğitimin eskiden tarihsel-toplumsal gerçeklikle ne kadar uyumlu olduğu da tartışılabilir. Ancak mevcut düzenin tarihin belirli bir kesitinde ve belirli koşullar içinde şekillendiğini dikkate aldığımızda dün meseleyi tartışma zeminimizin de netleşeceği görülecektir.
Şiddet, bağımlılık, sınav, stres, okul sıkıntısı gibi bir semptomlar temelinde kendini göstermeye çalışsa da eğitim-öğretim kavrayışı bir tür gerçeklikten kopuk ve alternatif bir gerçeklik üretmenin ısrarında yol almaya çabalıyor. İdeolojik anlatı bunun meşrulaştırımını ve motivasyonunu sağlamakla birlikte yaşanan acı gerçeği örten, görünmez kılan bir etki yapıyor.
Gerçeklikle savaş hali sadece bahsettiğim semptomları üretmekle kalmıyor aynı zaman da hem bireysel hem de toplumsal anlamda anlamlı bir hüviyete kavuşmaktan da bizi alıkoyuyor. Bu sistemin en büyük kötülüğü vaat ettiklerini gerçekleştiremiyor olması değil. İçine aldığı herkesi anlamlı bir şey olmaktan yoksun bırakan öldürücü müdahalesi var. Kim bilir belki de bütün bu güzel vaatleri tam da bu öldürücü müdahaleyi gizlemek için yapıyordur. Ve bütün uğraşlarımıza, düzenlemelerimize, uygulamalarımıza rağmen herhangi bir mesafe alamayışımız önümüzdeyse ve hoşnutsuzluğumuz da sürekli artıyorsa bir takım teknik düzenlemeler yapmak yerine eğitim kavrayışımızı sorun etmek çok daha yerinde olmayacak mı?
Meseleyi okul içinde yürütülüp biten bir teknik hesap olmaktan çıkarmak ve toplumsal hayatın nasıl organize edildiğiyle doğrudan bağlantılı bir alana yerleştirmek zaruretiyle karşı karşıyayız. Biten eğitim-öğretim yılımızdan çıkaracağımız en anlamlı dersin bu olduğunu düşünüyorum. “Benim oğlum Binâ okur, döner yine okur” ifadesini biz genelde çocuğumuzun tembelliği gibi anlarız. Oysa biraz dikkat edilse döne döne Binâ okumaktan vazgeçmeyenin kendimiz olduğu acı gerçeğini görürdük. Her yeni başladığımızda sanki Binâ’yı daha önce hiç görmemişiz gibi!
Abdulbaki Değer