Herhangi bir dargınlık sebebiyle görüşüp konuşmadığı, gıyabında sövüp saydığı, fırsat bulsa bir kaşık suda boğmak istediği yakınının (kardeş bile olabilir) öldüğünü duyan adam; koşar adım gidip cenaze namazına iştirak ediyor. “Nasıl bilirdiniz?” sorusunu “İyi bilirdik.” diye cevaplıyor. Tabuta omuz veriyor. Hatta hızını alamayıp mezara indiriyor. Geride kalanların hâlini hatırını sorup dil ucuyla olsa da “Bir ihtiyacınız olursa…” diyor. “Rahmetli” diye başlayan cümlelerle yâd etmekten geri kalmıyor. Aynı durum, komşu veya başka tanıdıklar için de geçerli.
Köylü-şehirli, zengin-fakir, az inanan-çok inanan, az tahsilli-çok tahsilli, makamlı-makamsız fark etmiyor; genel durum bundan ibaret. İstisnaları var mıdır? Elbette vardır.
Hayatta iken hâlini hatırını sormadığımız, derdine çare olmadığımız, gönlümüze sığdıramadığımız, varlığını hissetmediğimiz, hissetsek de yok saydığımız veya incittiğimiz kimseleri -ne hikmetse- ölümlerinden sonra yere göğe sığdıramıyoruz. Yaptığımız övgüler say say bitmiyor: Badem gözlüydü, sırma saçlıydı, inci dişliydi, hoş gülüşlüydü…
Halk arasında bu böyledir de diğer mahallelerde nasıldır?
Özellikle şair, yazar, çizer, sanat erbabı için bir “övgü” geleneğimiz vardır bizim. Ne zaman? Ölümlerinden sonra. “Velut (verimli) bir yazardı, çok duygulu şiirleri vardı, kalemi güçlüydü, çizgisi harikaydı, inanmış bir adamdı, inandığı gibi yaşayandı, kahramandı, yiğitti, samimiydi, gayretliydi, sesimizdi, soluğumuzdu, işiten kulağımız gören gözümüzdü…” Daha neler neler. Şimdilik hatırıma gelenler.
Sağlıklarında dertleriyle dertlenilmeyen; hâli hatırı, ihtiyacı, herhangi bir sıkıntısı olup olmadığı sorulmayan; ömrünü nerede ve nasıl tükettiği, eserlerini hangi şartlarda ürettiği, emeğini, duygularını, düşüncelerini kimlerin, nasıl istismar ettiği bilinmeyen; sadece kendilerinden yararlanılabildiği ölçüde değer verilen bu insanları öldükten sonra “bizim insanımız, bizim yazarımız, bizim şairimiz, bizim çizerimiz, bizim sanatçımız…” diyerek ateşli bir şekilde övmenin, ardından methiyeler düzmenin sebebini her zaman merak etmişimdir.
Yokluk içinde yaşarken zatürreden vefat eden, “Vatan, sağlığa benzer; kıymeti kaybedilince anlaşılır.” sözünün sahibi şair Süleyman Nazif’in[1] (1870-1927) Edirnekapı’da bulunan kabrine Belediye tarafından bir mezar taşı yaptırılacağını gazetelerden öğrenen şair, yazar, mütefekkir Ömer Ferid Kam[2] (1864-1944) şu meşhur dörtlüğü kaleme alır:
“Sağlığında nice ehl-i hünerin,
Bir tutam tuz bile konmaz aşına;
Öldürüp evvel onu açlıktan,
Sonra bir türbe dikerler başına.”
[Nice hüner sahibi (usta, becerili) insanın hayatta iken -kıymetleri bilinmediğinden- yemeğine bir tutam tuz bile konulmaz (onlara katkı sağlanmaz, ilgi görmezler); böyle insanları önce açlıktan öldürüp sonra da değer verildiğini göstermek için türbe gibi mezar yaparlar.]
Rivayet olunur ki Türk Edebiyatında Şair-i Âzam ünvanıyla anılan Abdülhak Hamit Tarhan (1852-1937), kemal yaşına ulaştığı yıllarda Belediye tarafından onurlandırılmak istenmiş ve Beyoğlu’nda bir sokağa (günümüzde Taksim civarındaki Abdülhak Hamit Caddesi) ismi verilmiş. Tarhan, günün birinde kendi adı verilen sokak üzerinde gezmeye çıktığında iç geçirerek imalı bir şekilde şu sözleri söylemiş: “Ah! Ne olurdu şu sokağa benim adımı vereceklerine, buradan bana bir ev verselerdi!”
Toplumdaki kadir kıymet bilmeme konusunu çok iyi gözlemleyen ya da tecrübe eden Divan Edebiyatının kudretli sesi, “Sultânü’ş-şuarâ” (Şairler sultanı) Bâkî’nin (1526-1600) şu mısralarında da bu derin ve içli mevzunun yine imalı şekilde anlatıldığını görmek mümkündür.
“Kadrini seng-i musallâda bilip ey Bâkî
Durup el bağlayalar karşına yârân sâf sâf.”
[Ey Bâkî! Dostların senin değerini (sen hayatta iken bilmeseler de ölümünden sonra) musalla taşında bilecek, karşında saf tutarak el bağlayacaklardır.]
Kıymet bilme/bilmeme konusundaki söyleşilerimizde şaka yollu “Beni ne zaman meşhur edeceksiniz?” diye sorduğum arkadaşın, “Hoca’m, önce ölmeniz gerekir. Ölümünüzden sonra yapacağımız övgülerle sizi meşhur edeceğiz. Lakin siz göremeyeceksiniz.” cevabı aslında ele aldığım mevzuya ince bir göndermeydi.
Andre Gide, “Yaşayanlardan esirgenen değer, pek kolayca ölülere verilir.” diyor. Olanlara “Ölü sevicilik” diyeceğim ama kelime grubunda müthiş bir anlam kayması olacak. En iyisi bu mevzuya fazla girmeyeyim. İnsanlara öldükten sonra değil, hayatta iken değer verelim. Belki gönüllere huzur, kalplere sükûnet, dertlere deva, hastalıklara şifa olur.
Mustafa USLU
[1] Cenazesini kaldıracak malvarlığı bulunmayan Süleyman Nazif’in cenaze masrafları Türk Hava Dergisi’ne yazdığı yazıların manevi borcuyla olsa gerek Türk Tayyare Cemiyeti’nce karşılanmıştır.
[2] Babası Abdülhamid Han’ın hekimbaşıdır. Babasının teşvikiyle başladığı Mülkiye Mektebinden ayrılıp Hukuk Mektebine gitmiş; babasının vefatı üzerine okulu bırakarak çeşitli memuriyetler, öğretmenlik ve üniversite hocalığı yapmıştır. Arapça, Farsça ve Fransızcayı çok iyi bilen Ömer Ferid Kam; klasik Türk ve Fars edebiyatı incelemelerinin yanında şerhleriyle tanınmıştır.
Bir film de izlemiştim ressam bir türlü yaptığı tabloları değerinde satamaz fakat onu ölmüş gibi yapıp tabloları satışa sunuldu ve anormal değer de alıcı buldu ve böyle devam eden bir senaryo çok güzel bir konu işlemiş sin Mustafa hocam aynı şeyleri tv ekranlarında da görüyoruz yazmaya devam
Çok önemli konuları bir arada anlatmak ancak sizin gibi ahlak ve maneviyatı yaşayan dosta yakışır. Allah size daha nice kitap yazmayı bizlere de bu yazılanlar da istifade etmeyi nasip etsin.
Onun için Mustafa Hocam herkes görüntü vermenin peşinde. Hakikatıyla iş yapmanin değil. Kırk yıllık hatırı olan kahveler sadece bir görüntü için. … kişi ziyaret etmiştir babıda.