Bir gün Dikmen’deki iş yerimden çıktım, sakin bir şekilde eve doğru araba sürüyordum. Kızılay’ın merkezine geldiğimde kırmızı ışığa yakalandım. Önümde birkaç araba vardı. Yeşil ışık yandı; önümdeki arabalar hareketlenince ben de harekete geçtim. Tam o sırada sağ ön tarafımda bir yaya belirdi. Onu görmemle frene basmam bir oldu. Adam hızlı bir şekilde önümden geçip kapıma geldi; hiddetli bir şekilde bağırıyordu. Otomatik camın açma düğmesine dokundum ve cam açılmaya başladı. Daha yarıya gelmemişti ki sol elmacık kemiğime şiddetli bir yumruk yedim. Gerek refleks gerek yumruğun etkisiyle epeyce bir sağa doğru yer değiştirmiştim. Adam bir yandan bağırıp çağırırken bir yandan da yeni bir darbenin hazırlığını yapıyordu. Böyle durumlarda genellikle ben de sakin kalamam, ama o gün nedense bunu başarmıştım. Yavaşça kapıyı açıp arabadan indim. Adam yine üzerime yürüdü; neyse ki tam solumda bir polis memuru duruyordu. Müdahale eder diye düşündüm; etmedi. O da şaşkın şaşkın bir süre bizi izledikten sonra ancak müdahale etmeyi aklına getirebildi. Adam o kadar sinirliydi ki o polisin müdahalesi de işe yaramadı. Çevreden birkaç polis daha koşarak geldi; adamı zorlukla kontrol altına alıp ters kelepçe takarak Güven Parkı’nın içindeki polis merkezine götürdüler. İlk müdahaleyi yapan polis bana da göbekten U çekerek oraya gitmemi söyledi.
Arabayı park ettikten sonra polislerin yanına gittim. Adamı kelepçeli olarak zırhlı bir aracın içine yerleştirmişlerdi. İnce demir parmaklıkların arkasından bakan adam beni görünce azgın bir arslan gibi yeniden bağırmaya, küfürler etmeye, tehditler yağdırmaya başladı. Merak etmişsinizdir, derdi ne diye; derdi yayalara öncelik vermeyişim imiş. Ama yeşili görünce harekete geçen arabama köşeden dokunan aslında o idi. Ben frene basarak durduğum halde üzerime gelen de o oldu. Asıl sorun ise tamamen başkaydı. Öğrendiğim kadarıyla adam bir devlet memuru imiş. Mesaiden kaçmış, gitmiş bir yerde kafayı çekmiş; kafa demlenince de gelip bana çatmış.
Ertesi gün eşimle Balkan Gezisi’ne çıkacaktık, onun için hazırlıklar yapmam gerekiyordu. Polisler benden ricada bulundular ve:
“Beraberce karakola gidelim. Sen bu adamdan şikayetçi ol ve şikayetini de geri alma. Sonuna kadar götür bu olayı. Yoksa bu gibi pislik insanlar sonra bizim başımıza bela oluyorlar.” dediler.
Bir tarafta polislerin ricası diğer tarafta kelepçe çözülüp salındığı anda vahşi bir hayvan gibi üzerime atılmayı bekleyen canavar ruhlu bir adam…
Polislerin ricasına evet dedim ve nakil aracını beklemeye başladık. Adamı kontrol altına alan çevik kuvvet polisleri bazı sorular sordular bana. Doğal olarak bir sohbet ortamı oluştu. Konuşuyorduk, ama benim elmacık kemiğim hâlâ sızlıyordu.
Aracın gelmesi biraz gecikti. Bu arada bizim zil zurna sarhoş adama ne olduysa yumuşayıverdi. Polislerin, yaptığının kötü bir şey olduğunu, gündüz gözüyle böyle içmesinin iyi bir şey olmadığını söylemeleri üzerine adam bir şeyler anlatmaya başladı. Meğer kız kardeşini kırmızı ışıkta geçen bir araca kurban vermiş. Bir yandan anlatıyor, bir yandan ağlıyordu. Sonra bana dönüp ne dese beğenirsiniz:
“Benden özür dilesin, affedeyim. O yoluna ben yoluma…”
Olay polislerin önünde cereyan etmemiş olsa beni tarafgirlikle suçlayabilirdiniz. Yani şahitlerim polisler idi ve kelepçelenen de ben değildim. Polislerin yanımda olmasından aldığım güçle özür dilemesi gerekenin ben değil, o olduğunu söyledim ve geri adım atmadım. Çevik kuvvet polisleri ne hikmetse benim davacı olmam için öncülük eden ilk polisin aksine durumu tatlıya bağlayıp olayı orada noktalamaya hedeflenmişlerdi. Sonunda ikimizi de ikna ettiler.
Oradan ayrıldım ve eve doğru düşünceli şekilde arabamı sürdüm. Anlaşıp ayrılmış olmamız elmacık kemiğimdeki sızıyı gidermemişti. Bu sızının hesabını birilerine sormam gerekiyordu, ama kesinlikle yumruğu atan adam aklıma gelmiyordu. Onu kendisinden geçiren alkollü içecek, dolayısıyla o alkollü içeceği onun içmesine vesile olan tüm zihniyetler ve kişilerin sorgulanması gerekiyordu.
“Senin yaşadığın da neymiş be kardeşim!” diyeceksiniz. Evet, çok küçük bir olay, değil mi? Her gün dünya üzerinde kaç insan, içerek veya içenlerle muhatap olarak alkollü içkilerin sonuçlarına katlanmak zorunda kalıyor!
İçkiye bağlı sorunları yaşamamamız için Peygamber Efendimiz (a.s.) “Allah içkiye, onu dağıtana, içene, üzümünü sıkana, kendisi için sıktırana, taşıyana, kendisi için taşınana, satana, satın alana ve parasını yiyene lanet etsin!” buyurmuş.
Bir yanda her noktada içkinin önüne set koymaya kalkan bir din anlayışımız var; diğer taraftan ise onu içmeye özendiren bir hayatımız. Gençlerimiz, hem de yüksel tahsil yapan gençlerimiz arasında ne hikmetse sudan, çaydan, gazozdan, koladan daha yaygın hâle gelmiş alkollü içecekler. İçmekten bahsedince akıllarına biradan başlayarak envai çeşit alkollü içecek geliveriyor. Bir de içmeyenleri aşağılamalar, beraberinde kola içenlerin bardaklarına alkollü içecek karıştırmalar, içkili partilerine gelmeyenlere darılmalar ve dahası…
İçkinin haramlığı vahyi bir bilgidir. Başta eğitimli insanların içkiyi daha fazla içiyor olması burada vahyi bilginin önemini ne kadar da gösteriyor. İçki konusunda alınacak kararlar için kalkacak ellere, bu sektörden para kazananların söylemlerine, bize örnek teşkil eden insanların yaşam tarzlarına bakacak olursak yandık ki ne yandık. Yani vahyi öneriyi bir kenara atarak insanı eğitimine, özgür seçimlerine bırakırsanız bu kötülükten kurtulmanın bir yolu maalesef yok!