Önce halkın genel kanaatine göre nasiplilerden söz edelim isterseniz; hani bir eli yağda bir eli balda olanlardan. Makam, mevki, mal, mülk, servet, şöhret, çevre, siyasi güç, askeri güç ya da başka türlü güç sahiplerinden. Hani hesabını bilemediği kadar evi, arabası, yanında çalıştırdığı işçisi, şişkin cüzdanları veya banka hesapları, faizde, vadede şu kadar parası olanlardan. Yedi ceddine yetecek kadar arsası olanlardan, hani “dünyada ben de şu kadar yer kapattım” diyebilenlerden. Ne kadar da kısmetleri bol, ne kadar da nasipliler değil mi. Allah sanki “yürüyün ya kullarım” demiş de alabildiğine yürümüş muhteremler.
Bir de madalyonun öteki yüzüne bir bakalım dilerseniz; ayakkabıları bilmem kaçıncı kez tamirden geçmiş, çorapları yamalı, elleri nasırlı, yüzleri güneş altında, ayazda, rüzgârda çalışmaktan kararmış, hani şu “esmerliği sonradan” olanlara. Hayatın ağır yüklerini taşımaktan sırtları hafifçe kamburlaşmış, yüzünüze bakarken dahi biraz mahcup ve utangaç, boyunları kudretten bükük olanlara. Sadece çoluk çocuğunun nafakasını temin etmeyi düşünen, en ağır işlere bile “ekmek kapısıdır” diye koşa koşa giden, bu uğurda her türlü zorbalık, kabalık, hadsizlik, adaletsizlik, hak yeme ve nezaketsizliklere de yine “çocuklarının rızkı” uğruna katlanmak zorunda olan, alın terleriyle kazandıkları lokmalarını en helâlinden yiyen, ama halk arasında sözüm ona “nasipsizler” olarak bilinenlere.
Bu noktada herhalde nasibin ne olduğunun da bir tarifinin yapılması gerekiyor. Nasip; kazanılan, elde edilen ya da bir şekilde ele geçen şey anlamına geliyorsa ki öyle denmektedir, hangi zaviyeden bakıldığına göre nasibin anlamı değişecektir. Öncelikle ele geçen şeylerin kalıcı olup olmadığına, bize ne miktarda, nereye kadar eşlik ettiğine, fayda sağlayıp sağlamadığına bakarak nasip hakkında hüküm vermek gerekir diye düşünüyorum. Bu noktada gerçek manada nasip, ahirete inananlar için, öldüğünde yanında Rabbine götürebildiği hediyeler olsa gerektir. Hiç planda ve akılda yokken ziyaretine gidilen bir ihtiyar, bir hasta, başı okşanan bir öksüz, bir
yetim, hiç tanımadığımız, uzaklarda bir yerlerdeki aç, bi-ilaçlara göndereceğimiz ufak bir yardım, gün boyu muhatap olduklarımızdan esirgemediğimiz bir tebessüm, bir selam, birkaç güzel kelime, bir serçeye verilen ekmek kırıntısı, susamış bir hayvana birkaç yudum su, yani hiçbir karşılık beklemeksizin yaptığımız her bir küçük şey belki de yarın mahşerde karşımıza çok büyük nasipler olarak çıkacak ve bizler bunların ne kadar fazla karşılıkları olduğuna çok şaşıracağız. Ne dersiniz hayatımızı bir kez daha bu tarz ufak tefek ziynetlerle süslemeye, tezyin etmeye.
Zira bizim Rabbimiz öyle bir Rab’dir ki, dünyada kazanılmış hiçbir metaın O’nun yanında zerre kadar kıymeti yoktur, tıpkı dünyanın kendisi gibi. Dolayısıyla, aslında dünyada gerçek manada nasibdar olanlar; sadece Rabbinin istediği tarzda hayat sürenler, O’nun istediği hal ve kemal üzere olup, O’nun razı olduğu amelleri işleyenlerdir. Bu manada; bir adam Rabbini bilip O’na kulluk etmeye gayret ediyorsa, günahlardan elinden geldiğince kaçınıyor, günah işlediğinde ise mahcup oluyor ve üzülüyorsa, rızkını helal yollardan kazanıyor, helal yolda harcıyorsa, eşine, evlatlarına, ana-babasına, kardeş, akraba ve komşularına hayırlı ise, hoşgörülü, merhametli, vicdanlı, adaletli, hakkaniyetli, yardım etmeyi, hayır ve hasenatı seven biriyse, evini, eşiğini, yuvasını bilip, eline, diline ve beline sahip oluyorsa, öldüğünde arkasından güzelce anılıp hayır dualar edililiyorsa, kısacası güzel hal ve ahlak sahibiyse bu kişi nasiplidir.
Aynı şekilde bir hanım, yukarıdaki sayılanlara ilave olarak; yuvasına bağlı, eşine sadık, eşi ve çocuklarına karşı müşfik, merhametli, sabırlı, tutumlu, tatlı dilli, güler yüzlü, sevecen, gerçekten “gözler sevinci” bir eş ise, cenneti evinde yaşıyor ve yaşatıyorsa, Kur’an ahlakı ile ahlaklanıyor, evlatlarını da öyle yetiştiriyor, dinimizin kendisine yüklemiş olduğu yükümlülükleri müdrik olarak eşinin rızasını kazanmak başta olmak üzere önceliklerini buna göre belirleyip düzenliyorsa, o da dünyadan en güzel nasipleri toplayıp götürüyordur.
Hayırlı ve nasipli evlatlar da, hayatını Rabbinin belirlediği sınırlar ve kaideler çerçevesinde yaşayan, Kur’ani tabir ile ana babasına “öf” bile demeyen ve her daim onların rızasına ve duasına talip evlatlardır.
Öyleyse, yaygın toplumsal kanaate göre nasipli sayılanların, işin hakikatine nazar edince öyle çok da nasipli ya da diğerlerinin nasipsiz olmadığı ortaya çıkacaktır. Rabbim her hal ve davranışımızda kendi rızasını kazanmak suretiyle gerçekten nasipli olan, dünyadan hayır ve güzellik heybelerini doldurmuş bir şekilde ahirete intikal eden kullardan olabilmeyi hepimize lütfeylesin inşallah.