Yusuf DURSUN
2022 yılının Ocak ayındayız. İstanbul’a kar yağıyor. Daha doğrusu kar, o tonton yüzünü bir gösteriyor bir geri çekiyor. Çocukların sevinci yarım kalsa da bizim gibi ömrü karla kaplı diyarlarda geçenler, hatıralar denizine dalmaktan alamıyor kendini.
Çocukluğumun karlı günleri hiç çıkmıyor aklımdan. Kar, o kadar çok yağardı ki, Yozgat’ın bir kenar mahallesindeki tek katlı evimiz neredeyse görünmez olurdu. Dam başına çıkıp birkaç adım aşağıdaki kar kütlesinin üstüne atlamaktan büyük zevk alırdık. Bir de kar üstüne sırt üstü yatıp kalıbımızın bıraktığı izi seyretmek vardı hoşumuza giden. Karın o yumuşak hâlini ne çok severdim. Kardan adam yapmak da kolay olurdu o zaman, kartopu oynamak da. Akşama kadar dışarıda kalırdık da yine doymazdık oyunlara. Yıllar sonra şu mısraları o günlerin özlemiyle yazmış olmalıyım:
“Beyaz güllerin içine,
Ben gireyim kardan adam.
Bu güzellik nerden adam?
Sana bir kuş kanadını,
Ben vereyim kardan adam.
Kalk gidelim burdan adam!”
Uzun süren kış aylarında yerlerin buz tutmasına alışkındık. Kızak kayardık o zaman ve hâliyle bol bol üşürdük. Ellerimiz, ayaklarımız neredeyse buz tutardı da ancak o zaman girerdik eve.
Kar altında okula gitmek mi dediniz? Giderdik elbette. Okul yolunda kimse elimizden tutmazdı bizim. “Servis” kelimesinin ne anlama geldiğini bilmezdik bile. Yol uzunmuş, kar yolları kapatırmış, buzlu zeminlerde düşünce pencereden uzanan başlar hâlimize gülermiş, ne gam. Aslanlar gibi giderdik okula. Ayakkabılarımızın tabanı sağlam oldu mu yeterdi bize. Onlarca çift ayakkabımız olmazdı bizim. Bir, bilemedin iki ayakkabı çok bile gelirdi. İmkânı olanlar da, diğer çocuklar üzülmesin diye, fazla bir şey almazdı çocuklarına.
O zamanlar televizyon yoktu ama radyo vardı. “Kar, hayatı felç etti.” ya da “Falan şehir kara teslim oldu.” gibi ifadeler duyulmazdı radyoda. “Kış, kışlığını; yaz, yazlığını bilecek.” denirdi ve hiç kimse kar yağışından şikâyetçi olmazdı. Şimdi öyle mi ya, hem barajlardaki su oranının azlığından şikâyet ediyoruz, hem kar
yağışından. Böyle bir nimeti bize lütfettiği için Allah’a sonsuz şükürler edeceğimize, şu yaptığımıza bakın.
Çocukluğumun karlı kış gecelerinin en çok neyini özlüyorum biliyor musunuz? Ninemin masallarını. Evet, bizler masal dinleyerek büyüyen bir nesildik. Belki de bu yüzdendir yıllar sonra AY NİNEM adını verdiğim bir şiir yazışım. Şöyle demiştim şiirin son bölümünde:
“Bir zamanlar şehir değil köy idim,
Ay ninemin ezgisinde ney idim.
Gözyaşıma gurbet sesi katarım,
Köy kokulu torunlara satarım.
Anlatsam da Ay Nineli günleri,
Masalımda bile gelmezler geri.
Ay Ninem, Ay Ninem, canım Ay Ninem,
Nereye baş vuram, ne yana dönem?”
Kış akşamlarının vaz geçilmez tadı arabaşıyı zikretmeden olur mu? Bozkırın kuru ayazıyla hemhâl olan bizlerin dünyasında, insanın içini ısıtan bir lezzettir arabaşı. Usulüne göre dökülmüş tepsi tepsi hamurlar, bol baharatlı tavuk suyu çorbasıyla birlikte çiğnenmeden ne de güzel indirilir mideye. Arabaşı sadece bir yemek, bir lezzet değil, bir kültürdür aynı zamanda. Komşuların bir araya geldiği; dostluğun, sevginin, saygının, kısaca bizi biz yapan Anadolu kültürünün gönülden gönüle aktarıldığı bir kültür.
Aradan yıllar geçti, üniversite tahsili için Erzurum’a gittim, karın ve soğuğun başkenti Erzurum’a. Dadaşlar diyarında çok az üşüdüm desem yalan olmaz. Okulumuz yatılıydı ve ben kalorifer denen müthiş icatla ilk defa orada samimi olmuştum.
Şiir, iyiden iyiye girmişti ya dünyamıza, şöyle demiştik o günleri anlatırken:
“Erzurum’un kar beyazlı kürküyüm,
Erzincan’da buram buram türküyüm.
Ankara’da bayraklaşan ülküyüm,
Kopuzdayım, curadayım, neydeyim.”
Üniversite bitti. Öğretmen oldum. İlk görev yerim nereydi biliyor musunuz? Tunceli’nin Hozat ilçesi. Hani şu altı ayı kış, altı ayı güz olan yerlerden biri. O kadar çok kar yağardı ki damlardan kürenen karlar, âdeta daracık sokakların ortasında buzdan bir sıradağ görünümü alırdı. Güneş, yüzünü iyiden iyiye göstermeye başladığında belediye görevlileri baltalarla kırardı buz dağlarını ve sokaklar eski hâlini alırdı. Üşümek mi donmak mı, bilmezdik öyle şeyleri. Kalbimiz sıcaktı bizim. O sıcaklıkla dünyayı bile ısıtacağımıza inanırdık. Aradan geçen elli yılın sonunda, şimdi her biri çoktan torun sahibi olan öğrencilerimle hâlâ görüşüp o günleri yâd ettiğimize göre, gerçekten ısıtmışız bazı gönülleri.
İlk görev yerimde, 13 Şubat 1972’de, kar altında yapılan düğünümü nasıl unuturum? Tokmağın davula güm güm diye inişini, klarnetin yürek hoplatan tıtnısını nasıl unuturum? Sevgili öğrencilerimin, düğünün her anında yanımda oluşlarını nasıl unuturum? Hiçbirini unutmadım, unutamam.
Aradan uzun yıllar geçti. Yazlı kışlı, fırtınalı boralı, uzun ve savrulan yıllar. Nerede ve nasıl olursak olalım lapa lapa yağan kar altında geçen o güzelim yılları unutmadım.
Şöyle demiştim evliliğimin kırkıncı yılına girdiğimizde:
“Yine şubat geldi, her yerde kar var;
Kırk yıl öncesinde olduğu gibi.
Ömrümüzde her dem taze bahar var,
Dünyamızın aşkla dolduğu gibi.”
Ve şimdi, evliliğimizin 50. yılı için kaleme aldığım şiirde şöyle diyorum:
“Kar altında girdik ellinci yıla,
Dağ taş gibi gönlümüz de bembeyaz.
Ezelden baş koyduk bu kutlu yola,
Ezelden eyledik aşk üzre niyaz,
Dağ taş gibi gönlümüz de bembeyaz.”
Çoktandır eski tadı yok kar yağışının. Sadece insanlar değil, iklimler de değişti. Dünyamız daha mı sıcak oldu ne? Zamansız gelen bahar, meyve ağaçlarında erken açan çiçekler, tabiata beyaz gelinliğini giydiren kar nineyi üzmüş olmalı. Nasıl üzmesin ki tohumlar, tam olgunlaşmadan çatlıyor. Erken doğuyor bir bakıma. Hâl böyle olunca bir yanları buruk kalıyor, diğer yanları insanoğlunun uğradığı zararın hüznünü yaşıyor. Aslında insanoğlu, ne yaparsa kendine yapıyor. Doğayla iyi geçinmenin mükâfatını da görüyor, onu hor görmenin cezasını da çekiyor. Dünyanın dengesi bir kere bozulmayagörsün insanın dengesi anında kayıyor yerinden. Ey insanoğlu diyesim geliyor kendimi de kastederek, doğayla oynama lütfen. Üç günlük dünyada üç kuruşluk çıkarın için onu keyfine göre şekillendirme. Yahya Kemal Beyatlı’nın şu şahane mısralarındaki anlama yazık etme:
“Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu. Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.”
Kar sesi, eskiden olduğu gibi, bin yıldan uzun bir gecenin bestesi gibi gönülleri süslemeye devam etsin istiyorum.
Ve ben, dünyanın bütün kar âşıklarıyla beraber dillendiriyorum Ahmet Muhip Dıranas’ın şu mısralarını:
“Kardır yağan üstümüze geceden, Yağmurlu, karanlık bir düşünceden, Ormanın uğultusuyla birlikte Ve dörtnala, dümdüz bir mavilikte, Kar yağıyor üstümüze inceden”
21 Ocak 2022
Çekmeköy/İstanbul