“Yaş otuz beş, yolun yarısı eder.” diyen Cahit Sıtkı, kırk altı yaşında vefat edeceğini bilseydi böyle söyler miydi? Ya da Orhan Veli henüz otuz altı yaşındayken belediyenin açtığı bir çukura düşerek öleceğini bilseydi hayatında bir değişiklik olur muydu? Otuz altı yaşında ölen bir de Ömer Seyfettin var. Dünya ömrünün bu kadar olduğunu bilseydi acaba onun hayatı nasıl olurdu?
Bunun bir de tersi var elbette. Çok uzun yaşayan insanlar, hayatlarından ne kadar memnundur? Söz gelimi günlük ihtiyaçlarını gidermek için bile başkasına muhtaç olanlar ömürlerinin daha da uzun olmasını ister mi? “Ya Rabbi, emanetini al artık!” diye inleyen yakınlarını görmüş biri olarak bu soruya olumlu cevap vermem mümkün değil.
“Her ölüm erken ölümdür.” diyen Cemal Süreya, elli dokuz yıl ömür süreceğini bilmiyordu elbette. Onunki, daha çok yaşama hırsının yanında ölümün, insan ruhunda bıraktığı hüzne dikkat çekmekti. Evet, ölüm geride kalanlar için biraz da hüzün demektir.
Hazreti Muhammed’in, sevgili oğlu İbrahim’in henüz on altı aylıkken vefatı üzerine çok hüzünlendiğini, gözünden yaş geldiğini ve ona hitaben şöyle dediğini biliyoruz:
“Eğer ölüm doğru bir vaat ve herkes için geçerli bir gerçek olmasaydı ve arkada kalan, önden gidene hiç kavuşmayacak olsaydı ey İbrahim, biz şu anda duyduğumuzdan çok daha büyük bir üzüntü çekecektik. Biz gerçekten senin için çok hüzünlüyüz.” (İbn-i Mâce, Cenâiz, 53)
Hüzün, aslında insanî bir özelliktir ve herkese yakışır ama şairlere daha fazla! Bu yüzdendir bendenizin hüzünlü yanımla barışık olduğum, bu yüzdendir sadece kendimin değil başkalarının hüznüne de sahip çıkışım ve onları mısralara döküşüm.
Söz gelimi 15 Temmuz hain darbe girişiminde 15 yaşındaki Abdullah Tayyip Olçok şehit olur, ben onun için yazdığım şiiri şöyle bitiririm:
“Sakın öldü sanmayın
Biz hâlâ yaşıyoruz.
Al bayrağın aşkını
Sonsuza taşıyoruz.”
Keza, henüz 15 yaşındayken kalleş terör örgütü tarafından şehit edilen Eren Bülbül için yazdığım şiire şöyle başlarım:
“On beş yıllık bir ömür…
Buymuş alın yazısı.
Cennet bahçelerinde,
Büyür anne kuzusu.”
Ve canımın bir parçası sevgili torunum Zeynep’in henüz yirmi bir yaşındayken bir trafik magandası tarafından hayattan koparılışına yazdığım onlarca şiirden birinde şöyle dile gelir duygularım:
“Amenna, bu kader Hakk’ın seçimi,
Ömür dediğin şey bir göz açımı…
Nasıl dert ki yakar yıkar içimi,
Bil diyorum, bilir misin can kuşum?”
Ölümün, son nefesini veren için hüzün mü sevinç mi olduğu kendine bağlı. Burada inançlar devreye giriyor. “Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden/Birçok seneler geçti, dönen yok seferinden.” diyen Yahya Kemal, ne derece haklı? Gidenlerden hiçbirinin dönmeyeceği kesin de onların o meçhul âlemden memnun olup olmadıkları tartışılır. Dünyasını, ahiret hazırlığı yaparak geçiren kâmil müminlerin cennet köşklerinde huzur içinde olacaklarına inancımız tam. Aksine davrananların hâlleri ise Secde suresi 12. ayette şöyle tasvir ediliyor: “Rableri katında başlarını eğerek Rabbimiz, gördük ve duyduk, artık bizi tekrar dünyaya döndür de iyi işlerde bulunalım, gerçekten de adamakıllı inandık dedikleri zaman bir görsen mücrimleri.” Fakat heyhat, iş işten geçmiş ve kişi dünyadaki amelleriyle baş başa kalmıştır.
Ölüm, hayatın bir gerçeği. Doğduğumuza nasıl inanıyorsak, öleceğimize de inanmak zorundayız. Zira Yüce Allah, Nisa suresi, 76. ayette şöyle buyuruyor: “Nerede olursanız olun, sağlam ve güçlendirilmiş kaleler içinde bulunsanız bile ölüm size ulaşacaktır…”
Aslında ölümün acı da olsa gerçek olduğuna inanmayan yok lakin dünya ömrünün ebedî âleme bir hazırlık dönemi olduğunu idrak edemeyenler var. Kıyamet suresinin, “İnsan, başıboş bırakılacağını ve yaptıklarından hesaba
çekilmeyeceğini mi sanıyor?” mealindeki 36. ayeti orta yerde dururken akıl sahibi birinin kendisini o büyük hesap gününe hazırlaması gerekmez mi? Maalesef bazı kişiler, görmedikleri bir şeye inanmak istemiyor. Oysaki imanın şartlarından biri de ahiretin varlığına inanmaktır.
Aslında ölümün dünyanın dengesi bakımından şart olduğunu söylemek yanlış olmaz. Birileri ölecek ki yerine yenileri gelsin.
Öyleyse ölümün, insana verdiği hüznün yanında bir güzelliğe de kapı araladığını söyleyebiliriz. İnsan yükünün ne kadar ağır olduğunu, çaresiz derde düşüp inim inim inleyen yakınlarının ölmesi için dua edenler hiç de az değil. Bunlar, en hafifinden, “Ya Rabbim, bu kuluna iki iyilikten (sağlık ve ölüm) birini ver.” diye yakarırlar Mevla’ya. Halkımız bu tür bir vefat karşısında, “Kurtuldu zavallı.” diyerek dile getirir duygusunu. Gerçekten kurtulmuş mudur, orası bilinmez ama yakınlarının rahatladığı kesin.
Ben derim ki en iyisi ölümle dost olmaya çalışmak. Ölümü, bizi dosta kavuşturan bir araç olarak görmek. Sevgili Peygamberimizin, “En yüce dosta!” diyerek irtihal eylediğini akıldan çıkarmamak. Bundan dolayıdır ki Mevlana, ölüm günü için “Şeb-i arus” (düğün gecesi) benzetmesini yapmıştı. Bundan dolayıdır ki Necip Fazıl o meşhur beytini söylemişti: “Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber/Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber.”
Nasıl dost olunur ölümle?
Sevgili Peygamberimiz, “Ağızların tadını kaçıran ölümü çokça hatırlayın.” demişken nasıl dost olunur onunla? Cevabı basit: Allah’la dost olan, ölümle de dost olur. Sarsılmaz bir imana sahip olan ve bunun gereğini yerine getiren kişi, neden dost olmasın ölümle? Ve neden, bendeniz gibi şöyle bir ümit içinde bulunmasın?
“Hamdolsun müminim, imanım kavi;
İnşallah kabrimde güller bitecek.
Her dem mesken tutup bu nurdan evi
Yaradan aşkıyla bülbül ötecek.”
Ölümle dost olmak için işe kabir ziyaretlerini sıklaştırarak başlayabiliriz. Biz bilemeyiz ama her bir kabirde kim bilir neler yaşanmaktadır. Koca Yunus, şu mısralarında ne de güzel anlatmıştır kabir ehlinin hâlini:
“Yunus der ki, gör takdirin işleri, Dökülmüştür kirpikleri kaşları. Başları ucunda hece taşları, Ne söylerler, ne bir haber verirler”
Evet, onlardan bir haber almamız mümkün değil ama bizzat kabristanın kendisi ve çeşit çeşit mezar taşları söyler bize duymak istediğimiz haberi.
Osmanlıdan günümüze pek çok örneği vardır mezar taşlarının. Benim şair hüznüme hüzün katanı ise orada genç bir ölünün varlığını ifade eden mezar taşlarıdır. Onlardan birini görünce aklıma yine Yunus Emre’nin mısraları gelir:
“Bu dünyada bir nesneye
Yanar içim göynür özüm
Yiğit iken ölenlere
Gök ekini biçmiş gibi.”
Ömrün iyisi, uzun ve hayırlı olanıdır ya üzerinde koşturup durduğumuz dünya binitinden, ölüm durağında inmek zorunda olduğumuzu unutmayalım. Ölüm durağı, aynı zamanda ebedî hayatımıza geçiş kapısı. O kapıyı, “Bismillah” diyerek açanlardan olmayı ne çok isterdim!
Yusuf DURSUN
21 Temmuz 2022
Çekmeköy/İstanbul
Güzel dualarınıza amin, Yusuf hocam… Sakarya yolundaki kazayı da hatırlıyorum, Rabbim rahmet eylesin. Cennette kavuştursun inşallah.
Emeğinize sağlık hepimiz ölüme doğru yol alıyoruz kimi erken kimi geç
Emeğinize sağlık “ölmeden önce ölünüz” emri dirilişi ihya çabasıdır. Selam ve saygılarımla