Kuşkusuz bugünün toplumları, insanları ve hatta diğer canlılar, hayatlarını Sanayi Devrimi’nin etkisiyle şekillenen Batı ve Amerikan merkezli ekonomik sistem içinde sürdürmek zorunda bırakıldılar. Bu sömürü sistemi yalnızca üretim biçimlerini değil; insana, hayata ve değer dünyasına dair ne varsa hepsini dönüştürdü, sahteleştirdi.
Mesela Batılı insan, eski Roma’da borcunu ödeyemeyen kişinin köle olduğunun farkındaydı. Yeni sistem bu insana, köle olmaması ve özgürlüğü için emeğine güvenmesini söyledi. Böylece kazanarak özgürleşeceğine inanan birey, farkına varmadan yeni sistemin bir parçası, bir süre sonra da kölesi oldu. Bugünkü dünyamızın eski dünyadan farkı köleler köle olmadığına, efendiler ise efendi olmadığına inandırılmıştır. Hem kölelerin hem de efendilerin anonimleştiği bir süreçteyiz. Her ikisi de sistemin yaygın mekanizmalarının içinde hayatını sürdürmektedir. Kimse aktör değil ve hiç kimse sistemin bir dişlisi olmaktan öteye gidemiyor.
Oxfam, Forbes, OECD gibi kurumların 2023,2024 ve 2025 verilerine göre, bugün dünya nüfusunun en zengin %1’i küresel servetin neredeyse yarısını (%45,6) kontrol ederken, en yoksul %50 sadece %0,75’ine sahiptir. 2024 itibarıyla en zengin 1500 milyarder, dünya nüfusunun %60’ından daha fazla servete sahiptir. En zengin 26 bireyin serveti, dünya nüfusunun en yoksul 3,9 milyar insanının toplam servetine eşittir. Son 10 yılda dünyadaki toplam servetin %54’ü, sadece en zengin %1’in eline geçmiştir. Bu adaletsizlik nedeniyle dünya genelinde 800 milyon insan, sağlık hizmetine cebinden ödeme yapamadığı için tedavi olamamaktadır. Her gece 1.6 milyar insan, güvenli konut erişiminden yoksun olarak yaşamaktadır. Sadece ABD’de, kullanılmayan boş konut sayısı, ülkedeki evsiz insan sayısının beş katıdır. Dünya genelinde gıda üretimi, herkesin beslenmesine yetecek kadar hatta daha da fazla olmasına rağmen her gün 828 milyon insan açlık çekmektedir. Gelişmekte olan ülkeler, yılda ortalama 230 milyar dolar dış borç faizi ödemektedir; bu tutar çoğu ülkenin eğitim ve sağlık bütçesinden daha fazladır. 2023 verilerine göre Türkiye’de en zengin %20, toplam gelirin yaklaşık %48’ini alırken; en yoksul %20 sadece %6 pay sahibidir.
Bu adaletsizliğin diğer bir göstergesi de borçlu yaşamaktır. 2025 itibarıyla dünya genelinde devletler ve özel sektör dâhil toplam küresel borç 324 trilyon dolar; bireylerin tüketici kredileri, kredi kartı borçları ve konut kredileri toplamı 50 trilyon dolar; küresel hane halkı borcu 60 trilyon doları aşmıştır. Buna karşın dünya çapındaki milyoner ve milyarderlere yüzde 5’e varan vergi uygulanması, yılda 1,7 trilyon dolar gelir sağlayabilir ve bu miktar 2 milyar insanı yoksulluktan kurtarabilir.
Bu veriler modern insanın fizikî prangasının olmadığını ama ruhunun kilitlenmiş olduğunu gösterir. Bu adaletsiz dünyanın içinde çıkan Kafka bu durumu şöyle izah eder: “Kafeste kuş yok, ama yine de kilitli.”
Daha trajik olanı bu anonimleşme sürecinde yer kapabilmek için OECD (2024) verilerine göre, 3-5 yaş grubundaki çocukların %74’ü erken çocukluk eğitimine katılmaktadır. Ayrıca, ileri eğitim düzeylerinde de büyük meblağlarla harcama yapmak gerekmektedir. Örneğin 2025 itibarıyla ABD’de toplam öğrenci kredisi borcu 1,6 trilyon doları bulmuştur. Bu, yükseköğretimin artık bir “yatırım” değil, ömür boyu sürecek bir geri ödeme yüküne dönüştüğünü göstermektedir. Bu borçlar, ayrıca, insanların evlenme, çocuk sahibi olma, ev alma gibi kararların ertelenmesine neden olan sosyo-psikolojik bir cendereyi de beraberinde getirmektedir. Hatta bu durum bir borçluluk kültürü oluşturmuştur. Bu finansal hayatta eğitim, özgürleşme aracı değil; finansal bir zincir, bir kölelik aracıdır. Herkes birer modern homo debitor.
İçinde bulunduğumuz şartlar bize küresel ekonomik sistemin, bireyleri ve toplumları görünmez zincirlerle bağladığını; derinleşen eşitsizliklere ve borç tuzaklarına neden olduğunu ve eğitim gibi hayatı biçimlendirmesi gereken alanların bile finansal kölelik aracına dönüştüğünü gösteriyor. Bizim bu durumdan yapmamız gereken en önemli çıkarımlardan ilki batı merkezli dünyanın iflas ettiği ve yeni bir paradigmaya mecbur olduğumuzdur. Diğeri ise bu yeni paradigmanın içinde bulunduğumuz batı eksenli ve aynı zamanda sömürü ekonomisini temel alan bu eğitimle gerçekleştirilemeyeceğidir. Bu yüzden kültürümüzü temel alan bir eğitimi kurgulamak, tercihimiz değil zorunluluğumuzdur.