Size daha evvel anlattım mı? Bilemiyorum. Ama bugün yeniden o bahse girmek, sizinle bir hayalimi paylaşmak isterim.
İlk gençlik hayali… Fakülteden mezun olduğum sene gittiğim her yere taşıdığım bir hayal… Şimdi şu öğretmenler gününde onu yeniden hatırladım.
Neydi o hayalim? Hemen anlatayım: Mezuniyet sonrası küçük bir kasabada öğretmen olacaktım… Küçük bir kasaba. Meydanında cami ve kahvehane olan bir kasaba… Küçük bir okul.
Evet, öğretmen olacaktım; ama bir şehirde yahut köyde değil… Küçük bir kasabada. Şehrin asgari nimetlerinin olduğu, meşguliyetlerin ve alakaların asgari düzeye indiği, sadece öğrencilerimle, camideki cemaatle ve kahvehanedeki birkaç iyi adamla görüştüğüm bana has bir sosyal çevre…
Bu kasaba hayali, benim Ankara’nın yoğun ilişkilerinden, riyakâr alakalardan ve yorucu trafiğinden kaçarak sığındığım bir huzur adası oluyordu… O masum kasaba çocukları, öğrencilerim Sakarya’daki benim entel arkadaşlarımdan daha verimliydi. Onlara anlatacak çok şeyim vardı… Hep bunları düşünürdüm.
Öğretmen olmak, tohum ekmekti; insan bahçesini işlemek… Bazen, bahçe fikri beni kuşatır ve şöyle derdim: “Bu bahçeyi şehrin kalabalığında ve gürültüsünde nasıl işleyeceksin? Nasıl ürün yetiştireceksin? Bu mümkün mü?”
Şimdi o sorularımı, o hayallerimi hatırlıyorum… Bir de bu hayallerim içinde, sadece öğretmenlik yoktu. Evet, kasabada elimde bana ait geniş bir zaman olacaktı ve ben yazacaktım. Zaten ta liseden bu yana taşıdığım hayalim hep yazmaktı. Şiirler yazacaktım mesela… Aşktan, muhabbetten, varlıktan sözedecek Şeyh Gâlib’in izinde yeni bir yol açacaktım.
Şiir, zaman ister… Kuma kabul etmez. Durmak, bakmak, anlamak, hemhal olmak lazımdı. Ankara’da Sakarya’da duramıyorduk; hayat bir nehir gibi içimizdeki ülkeden akıp gidiyordu. Biz orada seyirciydik. Hayır, zamana dur diyecektim, sanki modern bir münzevi derviş olacaktım. Galata Mevlevihanesi’nin loş ışıkları, gideceğim kasabada yolumu aydınlatacak, şiirler yazacaktım. Eğer bu olmaz ise, o ruhu yakalayamazsam toprak kokuları arasında, orta mektepte yolumu aydınlatan hayalin peşine takılacak, Kemâlettin Tuğcu’nun ve Ömer Seyfedin’in izinde bu toprağın çocukları için hikâyeler yazacaktım. İçinde dert olan, toprak olan, bayrak ve devlet olan hikâyeler.
Şeyh Gâlib, Kemalettin Tuğcu ve Ömer Seyfeddin, Kalaba’da Meteoroloji’de otobüse bindiğimde, ayakta yolculuk yaparken, Tandoğan’a gelinceye değin benimle birlikte yolculuk ederlerdi… Biz dört kişi yolculuk ederdik; bunu ne halk otobüsündeki biletçi, ne de yolcular farkederdi. Tek biletle dört kişi Tandoğan’da iner, Beşevler’e doğru yürürdük.
Uzunca bir dönem bu yolculuklarımız devam etti… Öğretmen, kasabaya vardı, öğrenciler yetiştirdi, şiirler veya hikâyeler yazdı. Bu hayal, Ankara’nın ayazında içimi az ısıtmadı. Bazen Samanpazarı’ndan aldığım ikinci el daktilonun başına geçip şiirler karaladım, denemeler ve hikâyeler yazdım. Coşkuyla dokundum tuşlarına daktilomun: Tik tak, tik tak… Sonra yazdığım onca metni kalorifer kazanında yaktım.
Ankara’nın ayazında ısınmak için yazmak, sonra o yazılanları yakmak lazımmış; öğrendim… Ne zaman ki, okulun son demlerine eriştik, bir kasabaya yerleşme hayalimin imkânsızlığı belirdi önüme. Bu sanıyorum, Mesnevî’den köy bahsini okurken aklıma gelen bir “imkânsızlık” hâliydi. Şöyle not almışım o günlere ilişkin bu değişimi: “Daha yolun başındasın, Fakülte bitiyor; ama eksiksin… Mastıra başla!”
Bu notu, MEB’in yayımladığı Mesnevî’den yaptığım tefe’ülle yazmışım. Sonra bu fikri, hocalarım, Sakarya’ya uğrayan entel arkadaşlarım, küçük daracık bir odadan ibaret olan TYB’deki yazar ağabeylerim ve sözüne değer verdiğim büyüklerim de telkin etmiş. Sonra rahmetli babacığımla halleşmişiz; “köy adamı bitirir” demiş, tecrübeli bir köy imamı olarak. “Burada da yazarsın, akademik bilinçle daha sağlam metinler ortaya çıkarırsın”, demiş akademik süreçlere uğrayamayan bir şair ağabeyim… Notlar almışım.
Bu notlar, içimdeki Şeyh Gâlib’i nereye taşıdı? Şimdi o hayallerimdeki Kemalettin Tuğcu, nerelere çekip gitti? Acaba gittiği yerlerde, hangi garip çocuğun hikâyesini yazar? Nerede o, bu toprağın ruhunu genç dimağlara nakşeden Ömer Seyfettin? Şimdi “pembe incili kaftanlı elçi”ler yolluyor mudur? Bilemiyorum; ama şunu biliyorum: Bir hayalim vardı, küçük bir kasabada öğretmen olup yazmak… Bu hayalimi, “eksikliklerimi tamamlamak” için başladığım akademik hayata kurban ettim.
Peki, eksikliklerimi tamamlayabildim mi? Evet, bana pek çok arkadaşımın gıpta ettiği bir ilim hayatı lütfedildi… Buna şükretmek için, durmadım, daima talebe oldum, daima okudum, araştırdım, yazdım ve konuştum. Milletime bana verileni, aldıklarımı sunmaktan imtina etmedim. Fakat her okuduğum metinde, her beyitte, bilgimin yanında eksikliğim ve yetersizliğim de kendiliğinden arttı. Öğrenciler yetiştirdim, kitaplar yazdım; binlerce şükür… Ama hâlâ hayallerini gerçekleştiremeyen bir talebeyim.
Şimdi hayallerini gerçekleştiremeyen bir talebe olarak şunları söylüyorum: Öğretmen dostum, meslektaşım, öğrencim; size lütfedilen “öğretme” vazifesini bir nimet bilin… Evet, bir kutlu nimet.
Nimetin şükrü daha çok vermekle olur. Dertleri, gamları ve kederleri bırakarak koridorda, aşkla açın sınıf kapısını ve huzurla girin içeriye… Aşkla ve huzurla! O attığınız tohumların, bu toprağı bereketlendireceğini, sizin dertlerinize dermân, gamınıza neşe ve kederinize teselli olacağının idrakinde olun. Sadece kendini gösteren, öne çıkma çabasında olan çocuklara değil, bütün sınıfa sevgiyle bakın, aşkla dokunun. Kim bilir belki de içine kapalı şu kara kuru çocuk, bu milletin kaderine hükmedecek ve yarınlarını inşa edecek bir dehadır… Her çocuk kıymetlidir.
Şiirler okuyun çocuklara, masallar anlatın… Hikâyelerle, türkülerle ve coşkun akan bir ırmak gibi bu milletin toprağını sulayan Yunus Emre’yle buluşturun onları. Evet, o güzel çocuklara sevmeyi, durup dinlemeyi ve derinlemesine bakmayı öğretin. Çünkü yarınlar, sevgiyle kurulacak; birbirimizi dinleyerek ve hakikat penceresinden bakarak…
Evet, size hatırladığım bir hayalimi anlatmak istemiştim… Söze oradan başladım. Lakin hayalini gerçekleştiremeyen her fani gibi, bendeniz de söz ırmağının yolunu nasihate doğru çevirdim. Varsın olsun; belki senin bu sözlere ihtiyacın vardı. Ne diyeyim? Ömrün bereketli olsun, sevgili öğretmenim…
Bilal KEMİKLİ