2 Ocak 1965 tarihinde Olukman, Sivas'ta dünyaya geldi. Akademisyen, şair ve yazar. 1998'de doktor ve 2002'de doçent oldu. Kemikli, 2008'de profesörlüğe yükseltildi. Ankara, Yüzüncü Yıl ve Süleyman Demirel Üniversitelerinde öğretim üyesi ve idareci olarak görev yaptı. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Türk İslam Edebiyatı Anabilim Dalı başkanıyken Dumlupınar Üniversitesinin yeni açılan İlahiyat fakültesinde bir süre Dekanlık yaptı. Halen Bursa Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde akademik ve ilmi faaliyetlerine devam etmektedir.
Onu Bursa’da değil, Üsküp’te, Kosova’da tanıdım. Yıllar önce Murâd-ı Hüdavendigar’ın huzuruna varmak için davet etmişti Osmangazi Belediye Başkanımız Recep Altepe. Bir grup siyasetçi, bürokrat ve akademisyen otobüse binip yola düşmüştük.
Kafileyi Üsküp’te karşılayan iki güzel insan vardı; bunlardan birisi Fakültemiz mezunlarından Süleyman Baki, ötekisi ise kırsaçlı “genç” bir delikanlıydı. Sonradan devam edecek ilk temelleri orada, Üsküp fatihi Paşa Yiğit Beyin henüz restorasyonu yapılmamış olan türbesinin başında atılmıştı. Bu kır saçlı delikanlı, o vakit Meclis’te Bursa’yı temsil eden vekillerimizden biri olan Niyaz Pakyürek’ti.
Üsküp çarşısında dolaşırken, Paşa Yiğit beyi, II. Murad’ı ve Yahya kemali konuştuğumuzu hatırlıyorum. Tarihe merakının olduğunu öğrendim. Bursa mebusu, ama bir “macir” olarak kalbi Üsküp’te atıyordu.
Daha sonra Bursa’da, özellikle vekilliğin bitmesinden sonra çokça görüştük… Buluşma yerimiz Emirhan’da merhum Cahit Çollak’ın tekkesiydi. Her buluşmamızda bir tarih meselesini müzakere ederdik. Okurdu. Bir keresinde, “emekli vekiller pek boş duramaz ağabey, siz vakti nasıl geçiriyorsunuz?” diye sormuştum. Evinden, bahçesinden, güllerinden ve kitaplarından söz etmişti. O gün unutamadığım bir şey söylemişti:
“Evin, kitapların, küçük de olsa bir bahçen ve içecek çayın varsa hocam, zenginsin… Şükret!”
Okumak, kitaplarla hemhal olmak onu mutlu ediyordu. Bir de okuduklarını konuşacağı dostları olsun istiyordu.
Bir keresinde Sahaf Sami’ye uğradım, kenarda bazı kitapların istif edildiğini gördüm… Baktım, içinde benim de aradığım kitaplar vardı. Belliydi, birileri için ayrılmıştı. Kim için ayırdığını sordum, Sahaf Sami, “Niyazi abi için” dedi. “Bana şunlar lazım, izin verirseniz alıyorum” dedim, Sami bey biraz durdu, sonra “senin aldığını söylerim, Niyazı abi sana kızmaz hocam” dedi; aldım. Bir hafta sonra Emirhan’da karşılaştığımızda Niyazi abimiz, o kendisine mahsus tebessümüyle, “Hoca benim kitapları almışsın, helal olsun… Sen aldığın için alınmadım.” dedi. Sonra çantasını açtı ve oradan birkaç güzel pipo çıkardı masaya koydu. “Bunları, eskiden kullandım; ama artık sana getirdim, senin olsun” diyerek pipolarını bana hediye etti. O vakte değin onun pipo kullandığını bilmezdim, daima sigara içerdi. Çay, sigara, kitap ve sohbet… Ben bazen sigarasından alır, ama ekseriyetle pipomu uyandırırdım; o da keyifle seyrederdi. Benim tütünün kokusundan hoşlanır, çay seni kesmez, sade kahve içelim der, kahkahayı basardı…
En son Fakülteye gelmişti, pandemi öncesinde, dekanlığımın ilk aylarında…”Hem hayırlı olsun demek için geldim, hem de vakıfla alakalı imzalamam gereken evraklar var” demişti. Hastaydı, pek dışarı çıkamıyordu. Biz de işler güçler bahanesiyle çarşı mesaisini azaltmıştık. Pandemi geldi, arkasından başka başka işler. Bir iki defa telefonla görüştük, o kadar.
İşte dünya hayatı bu kadar bir şey: gelip, gidiyoruz… Veysel’in dediği gibi “iki kapılı bir han”. Bir güzel insandı Niyazi Pekyürek. Paktı, yürekliydi. Daima melamet neşvesiyle niyaz halindeydi. Devrini tamamladı, sır oldu. Menzili mübarek olsun.