Hatırlanacağı üzere tasavvuf insanı Allah’a ulaştıracak, ibadetler ve iman esaslarının ruhunu teşkil eden şeyin ahlak olduğunu düşünmüş, Allah’ı görüyormuşçasına kulluk etme bilincinin Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak manasına geldiğini kabul etmiştir. Peki, Allah’ı görüyormuşçasına kulluk etme veya Allah’ın ahlakı ile ahlaklanma nasıl mümkün olacaktır? Bu noktada sufilerin bütün dönemlerinde mercii, yine Hz. Peygamber olduğu için onun her hali, fiil ve sözleri ahlakın hayata geçmiş hali ve kaynağı olarak kabul edilmiştir. Çelebi’nin bu anlayışı, bir edep olarak Veladet ile başlatması, hem Nur hem de bir metafiziksel (en güzel örnek ve süreklilik) ilke olarak Peygamber anlayışıyla uyum içindedir.
Mekke kavmi uluları bî-hılâf
Ka‘be’yi ol gice kılurken tavâf
Secde kıldı Ka‘be gördü hâs u âm
Düşmedi bir taşı hoş kıldı kıyâm
…….
Nice puthâne nice deyr ü sanem
Yıkılup küfr ehline irdi elem
Vesîletü’n-Necât’da “Faslun fî Ba‘zı Mu‘cizâtihî” kısmında yukarıda ifade dilen müjde hareketinin Rahman ve Rahimin rehberlik ettiği ve O’nun nüfuzu altında olan bir süreç oluşu, Allah’ın evi kabul edilen Kabe’nin dahi veladeti,” secde”, “selam” ve “ilan” ile âleme duyurduğu ifade edilir. Hz. Peygamberin mucizelerinin anlatıldığı bu kısım, baştan beri vurguladığımız Tanrı ile insan arasındaki ilişkinin özünü yansıtan bir varoluş durumunu temsil eder. Bilindiği gibi Tanrı’ya olan inancımızın temelinde, bizim kendi aklımızla elde ettiğimiz bir bilgi türü değil; Tanrı’nın kendisinden haber vermesi, kuşatılamayan bir alanın bilgisi bulunur. Bu çerçevede insanın “Her şeyi Kuşatan Varlık”ın bilgisi ve düşüncesini ihata ettiğini iddia etmek, Tanrı’nın tanrılığını nesneleştirmek olacak ve böylelikle Tanrı sıradan bir varlık hâline gelecektir. Ayrıca “kuşatıcılık”ta kuşatılamayan, kavranamayan, bilinemeyen, görülemeyen bir üstünlük ve fazlalık söz konusudur. Sınırlı olan dünyanın dili ile sınırsız Tanrı’yı ifade etmek mümkün olmadığı için beşeri dil, Tanrı hakkında konuşamaz. Çünkü dil, içeriğini içinde yaşadığı dünyadan alır ve bu çerçevede “dilimin sınırı, dünyamın sınırıdır” anlamı, dil ve gerçeklik alanının karşılıklı ilişkisini gösterir. O halde dile dünyanın sınırlarını aşan anlamlar, ancak Tanrı tarafından yüklenebilir. Bu manada vahiy, söz konusu sürecin adını temsil eder. Baştan sona aklı aciz bırakan bu süreç, aklın kendisini, akıl dışı ve olağanüstüyle ikna etmesiyle; anladığı için değil anlayamadığı için; kanıtladığı için değil kanıta gereksinim duymadığı için inanmasıyla son bulur. Böyle bir inancın temelinde ise “Tanrı’nın huzurunda olma” duygusu vardır. Söz konusu duygu aklın bilgi ve kanıt temelli tutumuyla değil, daha çok gönül ve sevgi ilişkisiyle temellendirilebilir. Kişinin inanmakla kendisini Tanrı huzurunda var etmeye başlaması, söz konusu duygu durumunu sürdürmesi ve içeriğini kendisi için makulleştirmesini gerektirir. Bu çerçevede “mucizeler” aklın kendisini, “olabilir”ler ve olağanüstü alan ile ikna etmesi olarak görülür. Bu ikna, bir taraftan bir “ben” olarak “Sen”i kendi varlığımızda hissetmemize; bu konumumla bir ruh ve benlik hâline gelebilmeye; diğer taraftan içinde bulunduğumuz anı sonsuza bağlayabilmeye ve nihayetinde bu şekilde sonsuzlaşabilmeye imkân sağlar.
Çelebi’nin Vesîletü’n-Necât’ında Hz. Peygamberin doğumuyla mucizelerin görüldüğünden bahsetmesini, Nûr-ı Muhammedî çerçevesinde peygamberlik iddiasına destekleyici delil olarak görmek mümkündür. Nitekim Siyer, şemâil, delâilü’n-nübüvve ve hasâisü’n-nebî türü eserlerde Resûl-i Ekrem’in nübüvvet öncesi dönemine ait bazı fevkalâdeliklerin nispet edilmesini de bu kabilden okumak gerekir. Zira Allah’ın bizzat övdüğü, bütün peygamberlerin kendisine ümmet olmak istedikleri, yeryüzünden geçmiş bütün şeriatlerin onun şeriatinin ana fikrini taşıdığı bir peygamberin anlatısını peygamberlik dönemiyle sınırlamak, büyük resmin parçalarını eksik bırakmak anlamını taşır. Bu yüzden gönlün yönelimi olarak iman, içindeki sevgi ve hikmet ölçüsünde, kendi öznel deneyim ve inanma tecrübesini Hz Peygamberin bütün hayatından türetir. Bu bağlantı alanını sınırlama, maddi âlemde suret bulmuş olan en yüce ruha hürmetin göstergesi olsa gerektir.
Fahr-ı âlem irdi çün kırk yaşına
Kondu pes tâc-ı risâlet başına
Dem-be-dem âvâz gelürdi yâ Emîn
Seni kıldım rahmeten li’l-âlemîn
……
Dikdi hurmayı hem ol şâh-ı cihân
Dikdiği sâatde yemiş virdi hemân
Mu‘cizâtı haşre dek dinse müdâm
Nice haşr olsa buna gelmez hıtâm
Vesîletü’n-Necât’ın “Faslun fî Bî‘seti’n-Nebî” dizeleri, Hz. Peygamberin Risâlet tacını giymesini ve âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olmasını mucizeler eşliğinde seslendirir. Çelebi’ye göre risalet, âlemde görülen hayrın, ahlakın, faziletin, merhametin, şefkatin vahiy kaynağından akan pınarını temsil eder. Bu pınardan kana kana içenler, kalplerinden hasedin, fesadın, şerrin kökünü kazıyarak; gönüllerini hudutsuz isteklerden, büyük ihtiraslardan kurtararak, itminana ya da denge durumuna kavuştururlar. Bu ilahi irşat pınarının insanlara şahsiyetlerini ve toplumsal düzeni sağlayan yolları göstermek olduğunda şüphe yoktur. Bu açıdan risalet, “Allah’ın dışında başka mutlak gerçeklik yoktur” ve sonra bu hakikate bağlı olarak; “Her türlü zuhur, dolayısıyla her tür nispilik Allah’a bağlıdır” olgusunun bir açınımıdır. Tanıklıktaki bu düzey, İlahi sıfatları kendisinde yansıtması açısındandır ve bu nedenle Hz. Peygamber ilahi sırrı, yani ilahi isim ve sıfatları kendisinde birleştiren bir sentezi temsil eder. Bu husus, sadece bütün derinliklere açık içsel bir doğmanın dış sadeliği içinde değil; fakat aynı zamanda İslam’ın bütün insanları kendi merkezinde bütünleştirme, herkese aynı sarsılmaz imanı sağlama, Hz. Peygamberin varlığın gaye ve ilke oluşuna katılma özelliğini yansıtır.
Hz. Peygamberin varlığın gaye ve ilke oluşuna katılma, hakikatten neşet eden, farklı zamanlarda farklı peygamberler aracılığıyla bildirilen vahiylerin, tanımı gereği şekli düzene ait olduğunu; zira hakikatin tüm formların ötesinde olduğunu açımlar. Hatırlanacağı üzere şekli düzen ya da form çeşitlilik ve kesret demektir. Bu yüzden form kazanan bir şeyde çokluk, tekrar ve sayı açısındandır. Bu açıdan Nur- Muhammedi, şekli düzende içeriği aynı olsa da farklı şekillerde, hatta peygamberlerinin özelliklerinde farklılık göstererek tezahür etmiştir. Aynı şekilde insanlığın binlerce yıllık dönem içinde farklı topluluklar şeklinde bölünmüş olduğunu; mevcut toplulukların, esasen tek bir Hakikatin yansımalarını kendilerinde temsil etmeye çalıştıklarını söyleyebiliriz. Bu hususu Mutlaklığın formla değil; evrensel içerikle kendisini tezahür ettirmesi olarak görebiliriz. Bu açıdan bakıldığında Hz. Peygamberin risaleti, Bir Hakikat’in farklı zaman ve mekânlarda bildirilmesi ve yaşanması yolunu temsil eder.
Gel berü ey aşk oduna yanıcı
Kendüyü ma‘şûka âşık sanıcı
Dinle gel mi‘râcın ol şâhın ayân
Âşık isen aşk oduna durma yan
…….
Râh-ı aşkda kim sakınur cânını
Ol kaçan görse gerek cânânını
Râh-ı aşkısanma gâfil serseri
Belki kem-ter nesnedir virmek seri