Kimlikler ile aidiyetler dünyası arasındaki farkın ilkinin oluşturulan; diğerinin ise oluşan bir özelliğe sahip olmasıyla daha belirgin olarak ortaya çıktığını; kimlik bir bilinç inşası iken, aidiyetin ise daha ağırlıklı olarak bir “hissediş” hali olarak tezahür ettiğini belirtir. Buna ilaveten kimliğin dışarıdan, aidiyetin ise içeriden kurulduğunu; kimliğin bir niteliği varken, aidiyetlerin ise çoğulcu ve açık uçlu bir yapılanmanın ürünü olduğunu iddia eder.
Toplumumuzda kimlikleri birer egemenlik ve statü çatışması aracı haline getirip, diyalog konusu olmaktan uzaklaştırdığımızda, vahim bir kapışma girdabına sürükleneceğimiz aşikârdır. Bu hususu, uzlaşı ve kimlikler diyaloğu zemininde düşünmek, konuşmak ve tartışmak acil bir ihtiyaç olarak görünmektedir. Aksi halde manevi bileşenlerinden kopmuş bir toplumda kimlik hareketleri taraf olmaktan başka bir işlev yerine getirmeyecek; kimliklerin tarihsel oluşunu ve akışkanlığını savunamayacaktır. Gerçekten kimliğin benliğimizi bize duyuracak bir “maneviyat”, bir “dil”, bir “coğrafya”, bir ‘kültür’, bir “geçmiş”, bir “bellek” vs. ile tüm bunları kendinde içeren bir deniz/okyanus olduğunu kavradığımızda, onun parçalanamaz bir bütün olduğunu; kimliğe dair ayrımların ise sadece bakışımız, algılayışımız, eğilimlerimiz ve güç unsurlarıyla ilgili olduğunu fark ederiz. Bu yüzden kimlik sorunumuzu değerler ve ilkeler zemininde gerçek bir toplumsal kaygıyla ve sorumlulukla yeni baştan ve yeni bir dille tarif etmenin Türkiye’nin tarihsel sürekliliğini ve geleceğini oluşturmaya hizmet edeceğini düşünebiliriz. Bu makale, Tanzimat’tan itibaren kim olduğumuz sorunu ekseninde, bir gösteren olarak millet, halk, ırk, kavim, soy, ümmet kavramlarını incelemeyi, tarihsel süreçte toplumu kuran ve bütünleştiren “millet idesi” ile “milletler ve halklar meselesi”ni felsefi bir bakış açısıyla ele almayı hedefler.
Kendimizi nasıl tanımladığımız sorunu, gerek fizik gerekse metafizik düzlemlerde temerküz eden arayışımızın bütün ağırlığını yüklenmiş görünüyor. Kimi duyarlılıklara açık ve düşünsel niteliklere sahip olması bakımından avantajlı görünüyor olsa da insan kendi varlığını kendindeliği üzerinden inşa edebilme yetisini haiz değildir. Klasik anlamıyla söylenirse, benlik ve kişiliğimizin çerçevesi, içinde bulunduğumuz toplumun şartlarından bağımsız olarak şekillenememektedir. Tarih, zaman, toplum, çevre, gelenek, kurallar, mekân ve hatta paylaşılan şehir dahi bizi bütünüyle kuşatan kimlik aynasının tahdit edici parçaları olarak temayüz ederken, ben’in kuvvetle içerimlendiği “öteki” algısı, etnik, dinsel farklılıklar, ekonomik-sınıfsal ayrımlar, aile geleneği, cinsiyet vb. konumlandırmalar da kimliklerin şekillenmesinde belirleyici rollere sahip olmuştur.[1]
Kişinin kendini diğer insanların gözleriyle görüp, benliğini onların kendisine olan tepki, tutum ve davranışlardan çıkardığı sonuçlarla algılaması ve kendi varlığını anlamlandırması çoğu zaman toplumsal normlara bağlıdır. Kimlikte esas olarak dışa karşı yansıtılan belli bir cephe, yani topluma dönük sosyal boyut söz konusudur. Kimlik bir tür planlanmış davranış veya yüklenilmiş bir yol olduğundan alternatiflerden bir diğeri tercih edilebilir, herhangi bir sosyal durumda bir başka kimlik sergilenebilir. Her durumda kimliğin bir anlamlandırma, idrak ve hatırlama olduğunu unutmamak gerekir.
Kimlik sorununun modern dönemin bir hediyesi olarak karşımıza çıktığı aşikârdır. Bu husus kadim dünyanın kimliksiz olduğu, zihin dünyasında söz konusu sorunu yaşamadığı anlamına gelmez. Bilindiği gibi kadim dünyada insan, merkezin dışındaki boşluğu kapatan ve yerelliklerle anılan aidiyetler ağını kutsal metinlerin, geçmiş tecrübelerin, örf ve adetlerin içinden çıkarırdı. Bütünün parçası olmayı ifade eden aidiyetler, birey ve toplumları politik olandan kültürel olana kadar her safhada kuşatan ve içerden kavrayan hususiyetler idi. Plastik ve açık uçlu hususiyetlere yönelik bireysel iradeyle gerçekleşen katılım, devamında mensubiyetlere dönüşerek aidiyetleri kuvvetlendiriyordu. Oysa modern dönemle birlikte kimlikler kültürel hayatın dinamik, devingen ve akışkan zemininde bilinç olguları ve öznellik rejimleri tarafından oluşturulmaya başlandı. Benliğin inşası zemininde gerçekleşen söz konusu arayış, kimlikler okyanusundaki bireysel konumlanmalara referans noktası haline geldi.
Süleyman S. Öğün kimlikler ile aidiyetler dünyası arasındaki farkın ilkinin oluşturulan; diğerinin ise oluşan bir özelliğe sahip olmasıyla daha belirgin olarak ortaya çıktığını; kimlik bir bilinç inşası iken, aidiyetin ise daha ağırlıklı olarak bir “hissediş” hali olarak tezahür ettiğini belirtir. Buna ilaveten kimliğin dışarıdan, aidiyetin ise içeriden kurulduğunu; kimliğin bir niteliği varken, aidiyetlerin ise çoğulcu ve açık uçlu bir yapılanmanın ürünü olduğunu iddia eder.[2]
“Kimlik” kavramı Türkçemizde, kelimenin Avrupa dillerinde sahip olduğu göndermelerin ancak bazılarını karşılamaktadır. Kimliğe dair söz konusu anlam alanlarını kabaca dört hususta zikredebiliriz. İlkin, kimlik bir şeyin kendisiyle özdeş olması boyutuyla karşımıza çıkmaktadır. Bu itibarla söz konusu husus “ayniyet/identity” şeklinde nitelendirilebilir. İkinci olarak, bireyin bir kolektifle özdeşleşme ilişkisi üzerinden kendini tanımlaması anlamında bir “aidiyet” boyutuyla karşılaşırız. Üçüncü olarak bireyin kim olduğu hakkında hukuki, bürokratik, resmi vb. bilgilerin toplamı olan -konumuz açısından daha ziyade ikincil bir önem taşıyan- boyuta gönderme yapılır. Nihayetinde ise bireyin psikolojik anlamda “kişilik kazanma”, “kendi olma” sürecini yansıtan -ayniyet ve aidiyeti- tümüyle reddetmese de, kolektiften çok kişiyi niteleyen anlam boyutuna tanıklık ederiz. Söz konusu boyutlar, ana işaret ve yönelişi itibarıyla çoğu kez tercih küresi içinde yer alamayan bir mensubiyeti, bir aidiyet, bir çoklukla aynileşmeyi göstermektedir.[3]
Anlaşılacağı üzere kimlik kavramının ayniyet ve aidiyet boyutu, halen sürdürülmekte olan kimlik merkezli siyasal-teorik tartışmaların odağında yer alır. Bu çerçevede kimliklere yönelik olarak gerçek bir “öz”ün varlığından mı söz edildiği yoksa onların toplumsal “kurgusal-yapılar” mı oldukları sorusuyla karşılaşırız. Bu noktada eğer kimliği kişinin objektif olarak bir toplumsal gruba ya da zümreye aidiyeti olarak tanımlarsak, dışardan dayatılan resmî tanımların örtüsü kaldırıldığında, bütün çıplaklığıyla ve yaratıcılığıyla geriye bir tür gizli “ayniyet”in kalacağı olgusu görülür.. Bu ayniyetin de ancak farklılık zemininde anlaşılabileceğini göz önüne aldığımızda, böylesi yapıların ya sabit, yani değişmez olduğunu ya da farklılıklar nedeniyle oluş süreçlerine açık bünyeler olduğunu kabul edebiliriz. Böyle bile olsa, siyasal hareketlerin görevinin böylesi örtüleri (eleştiri veya reddetme yoluyla) kaldırmak ve bireylerine “gerçek kimliklerini” hatırlatmak, onları -varsa- geri vermek olmadığını düşünebiliriz. Öyle ki “kimlik politikası” güden siyasal hareketlerin bile ayniyet boyutunu tümüyle ortaya çıkarabileceğini varsaymak oldukça zordur. Zira kimliklerin apriori ve sabitleyici bir işlevle tanımlanması durumunda, özneyi aşan hatta öznenin bile kendisinde eriyebileceği bir özselcilikten bahsetmek durumunda kalırız ki hiçbir siyasal hareket de bu durumdan bağımsız değildir Diğer taraftan özselcilik diğer kimliklere hâkim olacağı için “öteki”nden ya da çok kültürlülükten de söz edilemeyeceği açıktır Bu noktada sorun, kimliklerin hep bir takım alametlere bağlı olmasında ve kimlik/ler-dışı bir toplumsal varoluşun mümkün olmayışında yatar. Hal böyle olunca ayniyet ve aidiyet boyutları ekseninde kimlik yapılarının belli bazı temel özellikler çerçevesinde tanımlanabileceğini varsayabiliriz.
Kimlik yapılarına ilişkin özelliklerden ilki, öznelerde zuhur etse ve öznel yapılar olsalar bile, onların öznelliğe indirgenemeyecek “nesnel” bir boyutla bireyleri kolektife bağladığıdır. Daha açık bir ifadeyle kimlikler her bireyin “hikâyesi” ya da “görüntüleri” olarak hem bireylerin kendi kendilerini tanıma ve tanımlamalarında hem de başkaları tarafından tanınma ve tanımlanmalarında nesnel bir işlev görürler. İkinci olarak, kimlikler aslen siyasi yapıların ürünü olarak işlev görürler ve bu doğrultuda siyasal öznelere karşılık gelirler. Her ideoloji ya da siyasal yapı, bireyleri özne olarak çağırır; bu şekilde onlar büyük harfli öznelerde kendilerini “yeniden tanırlar” ve çağrıya özdeşleşme ile cevap verirler. Öyleyse büyük harfli kimlik, bireylerin söz konusu çağrı ile özdeşleşeceği, kendilerini “yeniden tanıyacağı” bir düzlem oluşturur. Üçüncü olarak kimlikler, bütün öbür farklılıkların birkaç farklılık (bir öz) lehine geri plana itilmesi yoluyla oluşur. Bir kolektife ait olmak onu oluşturan üyelere benzemenin, kolektif dışında kalan bireylerle ise farklılaşmanın sonucu olarak tezahür eder. Öyleyse kimlikler toplu olanı kapsamaya ilişkin olduğu için genellemeler ve soyutlamalarla tekilliklerin çeşitliliğini görmezden gelir; hatta denetimlerini de onlar üzerinden gerçekleştirir. Peki, tekillikler söz konusu denetimi kırabilir mi? Bu soruya teorik düzlemde olumlu cevap verilebilse de insanın belli değerler üzerinden habitus inşa etmesi yine genellemeler ve soyutlamalar üzerinden olacağı için her bir tekillik karşı çıktığı genelliğe dönüşme tehlikesiyle baş başadır. Dördüncü olarak kimlikler çoğulcu yapılar olmasına karşın, hep hiyerarşik bir sistem içinde hizmet görürler. Hal böyle olunca söz konusu yapılar iktidarlardan/güç ilişkilerinden ayrı düşünülemeyen, her şeyden önce siyasal işlevleri olan adlandırmaları temsil ederler. Beşinci olarak kimlikler izafi ya da diğer bir ifadeyle karşıt kabul edilene göre konumlanan adlandırmalar ve belki olumsuzlamalar oldukları için, her hâlükârda kaçamayacağımız olguları seslendirirler. Sözgelimi “siyahlık”, ancak “beyaz tenli” birisiyle oluşan; “kadın” olmak ise “erkek” cinsiyeti ile oluşan kimliklere, yani nitelemelere gönderme yapar.[4] Özetle hiçbir kimlik kendi aynılığından ibaret bir varoluşa sahip olamayacaktır.
Yukarıda zikredilen söz konusu hususlar kimlikler okyanusunda bir yandan kültürel olarak kurguladığımız kategorileri, diğer yandan ihlal edici, aşındırıcı sınıflandırmaları temsil eder: Kısaca kimlikler bir açıdan deva diğer açıdan zehir anlamında olan pharmakon vari nitelemelerdir. Peki, ara’da ya da âraf’ta olan kimlikler neyi temsil eder? Onların bir taraftan belirsiz, tutarsız ve melez olanı temsil ettiği için “çürümeyi”; diğer taraftan ise durağan ve tekdüze olana karşı zenginleştirici “yeni kimlikler” ile “yeniliği” ürettiği ifade edilir. Her hâlükârda sorun kimliklerin tikellikleri ya da farklılıkları değil; siyasette merkezileşip-merkezileştirilmemeleri ya da politikaların diğer kimlikleri “keşfetmeye” nasıl izin vereceği meselesidir.
[1] Taşkın Takış, “Kimliklerle Buluşma”, Doğu Batı, Sayı 23, 2003, s. 6.
[2] Süleyman Seyfi Öğün, “Kimlik Meselelerine Dair Bir Derkenar”, https://www.haksozhaber.net/service/amp/kimlik-meselelerine-dair-bir-derkenar-11732yy.htm
[3] Hakan Gürses, “Kimlik Kavramı Üzerine”, Birikim Dergisi, Sayı 121, 1999; https://www.birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-121-mayis-1999/2315/kimlik-kavrami-uzerine-dusunceler/3862
[4] Hakan Gürses, “Kimlik Üzerine Düşünceler”, sayı 121, 1999; https://www.birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-121-mayis-1999/2315/kimlik-kavrami-uzerine-dusunceler/3862