Türk eğitim sisteminde yapılan değişiklikler, düzenlemeler veya reformlar, ihtiyaçtan dolayı yapılmaz, gelişmek (!) için yapılır. Gelişmekten kasıt ise Batılı ülkeler gibi olabilmektir. Mesela İnsan Hakları, Yurttaşlık ve Vatandaşlık dersi 2011 yılından itibaren 8. sınıflara, 2015 yılından itibaren ise 8. sınıftan kaldırılarak 4. sınıf müfredatında yer almıştır. “Demokrasi ve İnsan Haklar”, “Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi” gibi dersler 1997 yılından itibaren ilköğretim kademesinde verilmiştir. Bu dersin İngiltere, Fransa veya Amerika’dan kopyalanarak alındığına şüphe yok. İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde bu dersin önemli amacı sömürge ülkelerden ya da başka ülkelerden gelip İngiltere’ye /Fransa’ya yerleşen yabancıların İngiliz /Fransız yaşam koşullarına uyum sağlayabilmesi içindir. İnsan hakları veya demokrasi gibi kavramlar zaten orada doğmuş kavramlardır. Bu nedenle oraya gelenlere öğretilmektedir. Şimdilerde ise hemen her dersin içine yerleştirilmiştir.
Diğer bir ders Hayat Bilgisi’dir. John Dewey’in önerisi doğrultusunda 1926 yılında müfredatımıza girer. Amacı Batılılaşan Türkiye’nin yurttaşlarını yeni hayatın gereklerini öğretmektir. Müfredatımızda yer alan Sosyal Bilgiler dersi de önce Amerika da ortaya çıkar ve Türkiye’nin eğitim müfredatında bu ders, Amerika ile ilişkilerinin iyice geliştiği 1968 yılında yerini alır. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi, 12 Eylül darbesini yapan askerler tarafından müfredata zorunlu ders olarak konulur. Darbenin Amerika destekli olması, bu dersin de konulma amacını ortaya koyar: Komünizmden uzak, muhafazakâr bir Türkiye inşa etmek.
Matematik dersinin hayli önemli olmasının nedeni yine ihtiyaçtan değildir. 20. asırda başlayan Batılılaşma serüvenimizde oldukça önemli yer tutan Fransa’nın matematiğe önem vermesi nedeniyle biz de önem verdik. Fransa’nın önemli görmesi ise dinle (Hristiyanlık) arasına koyduğu mesafeyi kapatmak, insanın soyut ihtiyacına yanıt verebilmek içindi. Yani sorununu veya bir ihtiyacını karşılamak içindi. Aynı dönemlerde aynı nedenlerle İngiltere Fen bilgisi dersine önem vermişti. Biz onu da sonradan İngiltere’den aldık. Almanya nedeniyle de garabet bir fakülte ismi hala üniversitelerde durur: Fen-Edebiyat Fakültesi. Fen ile edebiyatın bir araya gelebilmesinin ilginçliğini hala tartışmıyoruz (Kimi ülkelerde “Mühendislik ve Pedagoji Üniversitesi” aynı mantıkla Alman etkisiyle kurulmuştur)
Sadece dersler değil, modeller de yine bu ülkelerden kopyalanmıştır. İçinde bulunduğumuz ve hikmetini bir türlü saymakla bitiremediğimiz “öğrenci merkezli eğitim”, Protestan Amerika’nın liberal hayatının modellenmesinden başka bir şey olmaması bir yana, Türkiye’nin kültürel eğitimine en büyük darbeyi vurmaya devam etmektedir. Bu neoliberal model, her ne kadar bizde öğrenci için gerekli olan bilgilerin yine öğrencinin etkin bir şekilde katılımı sağlanarak öğretilmesi olarak lanse edilse de eğitimde terbiye ve edebin ortadan kalkmasında önem bir paya sahiptir. Yine tüm derslerin içine derç ettiğimiz “değerler eğitimi” uygulaması da Amerikan menşeilidir. Seküler bir hayata hazırlamaktan başka gayesi olmayan bu modelin uygulanmasında, muhafazakâr eğitimcilerin fırsatçılığı da eklenince, eğitimde sekülerleşme neredeyse gerçekleşti. Buna ahlak kavramını tedavülden kaldırmaktan başka bir işe yaramayan (belki de gayesi bu olan) etik kavramının olur olmaz her yerde kullanılmasını da eklemek gerekir.
Bir zamanlar toplam kalite yönetimi de okullarda uygulanmıştı. Bunun uygulanması için okullarda kalite çemberleri oluşturulmuştu. Okullar kalite hale gelecekti. Hatta bizim imeceye de hayli benzetilmişti. Şimdilerde unutuldu. Bu da Japonya üzerinden bize gelmişti. Japonya demişken, bundan 3-5 yıl önce, bu ülkeden esinlenerek sadece kızların gittiği bir kadın üniversitesi kurulacaktı. Bunun akıbeti ne oldu bilinmez.
Kısaca, bizim eğitimimizde dersler, modeller, kavramlar gibi eğitime dair olanların ekseriyeti ihtiyaçtan dolayı değil, Batılılaşmak içindir. Halen de devam etmektedir. 2020 yılında yapılan bir araştırmaya göre gençlerin yüzde 76’sı yurt dışında yaşamak istiyor. Bu da gösteriyor ki, yapılan bunca taklitler yahut kopyalamalar amacına (!) ulaşmıştır.
Denilebilir ki, ülkeler birbirinden etkilenemezler mi? Elbette etkilenirler. Ülkeler de insanlar gibidir. Bir insanın bilmediğini diğeri bilebilir. Bir ülke, bir konuda başarılı olabilir. İsteyen ülke, gider, bakar, inceler ve kendine uygunsa ve bir ihtiyacını karşılıyorsa onu alır. Ancak bu etkilenmelerde “doku uyuşmazlığı”nın olmamasına dikkat edilmelidir. Bir böbrek naklinde, önüne gelen ilk böbreği bize nakletmiyor sağlıkçılar. Doku uyuşmazlığının olup olmadığına dikkat ediyorlar. Bunun gibi bir ülke (özellikle gelişmiş bir ülke) bir ders koydu diye hemen onu bizde müfredatımıza koymamalıyız. Var olan bir sorunumuza deva olacaksa, doku uyuşmazlığına meydan vermeyecek hale getirerek (mesela hepimiz elma yiyoruz ama içimizde elma görünmüyor. Çünkü onu kendimizin bir parçası yapıyoruz) alabiliriz. Ancak özellikle eğitim gibi kültürel konularda, diğer ülkelerden alınacaklar içeriğe yönelik değil yönteme yönelik olması gerekir.
Her şeyden önce bizim Türkçe diye bir sorunumuz var, edep ve terbiye diye bir sorunumuz var, nezaket diye bir sorunumuz var, kültürümüzü bilmemek diye bir sorunumuz var, kendi edebiyatımızı bilmemek diye bir sorunumu var, kendi tarihimizi bilmemek diye bir sonumuz var, İslam’ı bilmemek diye bir sorunumuz var…. Bu sorunlara yönelik derslerimiz, bu sorunları giderici amaçlarımız olmalıdır. Eğer bu sorunları yaşayan bir ülke varsa, o ülke nasıl bu işin altından kalktı diye bakabiliriz ve yöntem konusunda o ülkeden etkilenebiliriz. Gerisi gerçek ihtiyaç değil, hissettirilen ihtiyaçtır.
Kişiliğini bulmuş bir insan etkilenmekten korkmaz, kişiliğini ve karakterini bulamamış bir insan ise serseri mayın gibi ortalıkta dolanmaktan korkmaz. Bir başka ifadeyle kültürünü temel alan bir eğitim pergel gibi, bir ayağı kültüründe sabitken diğeriyle etrafını dolanır; kültürünü temel almayan günümüz eğitimi ise Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Şıpsevdi” romanındaki Meftun bey gibi karakterler yaratmaya yarar. Mevcut müfredatımızla olan da budur. Bu nedenle müfredatımız kopyalayarak veya taklit ederek değil, kültürel tasavvurla yeniden oluşturulmalıdır. Çare, kültür temelli eğitimdedir.