George Ritzer, “Toplumun McDonaldlaştırılması” olarak çevrilen kitabında, çağdaş toplum yaşamının değişen karakterini tartışmaya açmaktadır. Modern yaşamın mimarisini oluşturan ana çerçevenin dayandığı “verimlilik, hesaplanabilirlik, öngörülebilirlik ve denetim” dörtlüsünün, benliği nasıl sınırlandırdığını, duyguları denetlediğini ve ruhu boyunduruk altına aldığını Weber’in bürokrasi analizinden ve ünlü “demir kafes” metaforu üzerinden işlemektedir. Amacım kitabın tanıtımını yapmak değil. Sosyolojik dönüşümün nesnel gerçekliğine ilişkin tanımlayıcı bir fotoğrafı önümüze koyduğu ve özünde modern akılcılığın koynunda nasıl bir akıl dışılık taşıdığı tespiti üzerinden tatile giren eğitim sistemimizin muhasebesini yapmaya çalışmak.
Teorik temellendirmelere ve siyasal manipülasyonlara girmeden son derece somut ve basit örnekler üzerinden sistemin performansına tutacağımız ayna duruma ilişkin fikir verebilir. Milli Eğitim sistemimizin performansını ölçen iki kritik sınav var. Birincisi Temel Eğitimden Ortaöğretime geçiş. İkincisi Ortaöğretimden Yükseköğretime geçiş. Bu iki sınavda karşımıza çıkan veriler sınava girenlerin performansını gösterdiği gibi total olarak eğitim sistemimizin performansını da göstermektedir. Bilimsel planlamaya, programlamaya dayanan sistemimizin Temel Eğitimden Ortaöğretime geçişte Türkiye geneli başarısı % 40’ın, Yükseköğretime geçişteki genel başarısı % 25’in altındadır.
Söz konusu tablo, bugüne özgü değil Cumhuriyet tarihimizin hatta Osmanlı son döneminden beri devam eden istikrarlı bir eğilimdir. Ziya Gökalp, daha Cumhuriyet öncesinde “yaratıcı ilim henüz okullarımıza girmemiştir, bizim okullarımızda öğretim, hafızayı çok tafsilat ile doldurmaktan ibarettir” tespitinde bulunuyordu. 1939 Milli Eğitim Şurası’nın açılışında konuşan Hasan Ali yücel “Ortaokul öğretmenleri, ilkokuldan gelen çocukların zayıf olduklarını söylüyorlar. Lise muallimleri aynı şikâyetleri, ortaokula yükletiyorlar. Üniversite ve yüksek mektepler ise liseden gelen çocuklarımız şu ve bu noktalardaki kuvvetsizliğinde ısrar ediyorlar. İlkokula giren çocuğun içinde yaşadığı dar muhitle başlayan bu şikâyet dairesi, burada kapanmış gibi görünür. Fakat aldanmamalıdır. Çünkü üniversitenin ve yüksek mektebin verdiği mezundan da hayat şikâyet ediyor ” şeklinde konuşmaktaydı. Bugünde benzer eleştiriler pek çok kesim tarafından dile getirilmektedir.
Eğitim sisteminin yapısal dönüşümü noktasında Cumhuriyet tarihi boyunca ideolojik-politik kimliğin siyasal, ekonomik ve sosyo-kültürel beklentileri doğrultusunda yoğun bir çabanın yürütüldüğünü biliyoruz. Toplumun inşa/imal edildiği bir bant sistemi olarak ele alınan eğitim sistemi üzerinde sürekli operasyon yapılmış, özellikle “işletme” ve “yönetim” alanında başta olmak üzere güncel her gelişmenin sisteme entegre edilmesi için büyük gayret gösterilmiştir. Eğitim ortamlarının bilişim altyapısının düzenlenmesi, bilgisayarlar, akıllı tahtalar, tabletler vesaire üzerinden Milli Eğitim Temel Kanunu’nda dile getirilen özel ve genel amaçları hayata geçirmek ve eğitimin niteliğini arttırmaya dönük soluksuz bir mücadele günümüzde de devam etmektedir.
Bütün çabaya, emeğe ve planlamaya rağmen sistemin bileşenlerinin memnuniyet düzeyinin son derece düşüktür. Sistemin varlık gerekçesi öğrencilerin “boş geçen ders” sevgisi memnuniyet düzeylerinin en somut göstergesidir. Öğretmenlerin yatıkları işten doyum alamadıkları, hem çalışma ortamları hem koşulları hem de sürecin işleyişinden memnun olmadıkları, ilgili araştırmaların değişmeyen verilerindendir. Diğer taraftan toplumun ve özellikle Milli Eğitim Bakanlığı’nın tablodan memnun olmadığını biliyoruz. Hiçbir bileşeninin memnun olmadığı bir yapıyı palyatif çözümlerle ve teknik düzenlemelerle devam ettirmenin maliyetinin büyük olduğunu görmek durumundayız. Gökalp’in, Hasan Ali Yücel’in, bugün bizlerin yaptığı aynı eleştiriyi uzun vadeli hedef olarak gündeme gelen 2071 yılında da kuvvetle muhtemel yine yapıyor olacağız.
Diğer taraftan derslik sayısında sağlanan artış, öğretmen niteliğinin arttırılmasına dönük yürütülen politikalar, en ince ayrıntısına kadar detaylandırılmış “Stratejik Planlama”lar, EKYS (Eğitimde Kalite Yönetim Sistemi), yenilenen planlar-programlar, çalışan pek çok uzman ve üst düzey yönetici, bir milyona yaklaşan öğretmen, devasa boyutlara ulaşan gölge sistemi (dershaneler, etüd merkezleri, kurslar…) ve toplumun-velilerin büyük katkısı neticesinde aşamadığımız başarısızlığı nasıl ele alacağız? Zaman, içerik, süreç, personel ve denetim mekanizması son derece sofistike bir planlama üzerinden yürütülen, müfredatı, okul planlaması, mekan tasarımı, merkezi sınav sistemi ile son derece rasyonel analizlere yaslanmış bir yapının irrasyonel göstergelerini nasıl izah edeceğiz?
Ortalama bir gelişim düzeyini ve zekâ seviyesini eksen alan sistemimizin “akılcı” yapısına karşın büründüğü akıl dışı manzarası soğukkanlı ve esaslı bir sorgulamayı beklemektedir. Sistemi, fetişleşleştirilmiş, sorgulanmaz Hint ineği statüsünden kaldırarak yasal dayanakları, genel ve özel amaçları ve organizasyonu ile ele alıp tartışmak durumundayız. Temel hak ve özgürlüklerin öncelendiği, toplumun tüm kesimlerinin talep ve beklentilerinin dikkate alındığı, farklı kültür ve inanç gruplarının ait oldukları değer sistemleri ile kabul gördükleri bir yasal konumlanış gerçekleştirilmelidir. Bunlarla beraber öğrencilerin fiziksel, sosyal ve psikolojik gereksinimlerinin öncelendiği bir zeminde sistemin teknik düzlemine ilişkin tartışmayı yapmak, süreci detaylandırmak hem kolay hem de işlevsel olacaktır. Zaten gözlerimizi bağlayıp yıllardır yapıla gelen son derece düz ve sıkıcı olan bir işleyişte olağanüstü erdemler olduğunu düşünmemiz için anlamlı bir neden de yok.