“Bilgi bellemenin yolu sözdür; San’at bellemenin yolu ise iştir.”
Mevlana
Hazret-i Mevlânâ, eserlerinde, insan gerçeklerine ebediyetten ışık tutmuştur. Bu yüzden, üzerinden asırlar geçse de, muhtevâsı ve üslûbu ile gönül bahçelerine asırlar öncesinden gelen bir bahar esintisi gibi, güzellikler yaymaktadır.
Mevlânâ gönül ikliminden mesajını ulaştırma, derdini anlatabilme çabası içindedir. Mevlânâ anlaşılmak kaygısı taşısa da her devire gönüllere nüfuz edecek şekilde ulaşmıştır. Çünkü gönül ve dil, ilâhî bağdan gelir. Zaman eskitmez, yıpratmaz. 14. Beyitte der ki: “Dilin müşterisi olur sadece kulak; İrfana sırdaş olur, aklı aşabilen ancak.”
Nurettin Topçu da Mevlânâ gibi, ağırlıklı olarak, insanın ahlaki erdemler kazanarak olgunlaşması, yenileşmesi ve dirilmesi konuları üzerinde durmuş bir fikir duayeni olarak Mevlana ve Tasavvuf adlı eserinde, Mevlânâ’daki derin halleri idrak hususunda insanların çoğunun kifayetsizlik içinde olduğuna dair güzel bir tespitte bulunmuştur:
“Biz Mevlânâ Celâleddîn’in vecdinin feryatlarını dinledik. Daldığı huzur denizinin derinliklerini görmemize imkân yok. Denizin tâ dibinden sıyrılıp tâ suyun yüzüne ne vurduysa onu görüyoruz. Biz Hazret-i Mevlânâ’nın aşkını değil, sadece aşkının dile gelen feryatlarını elde ettik. Peltek dilimizle anlatmaya çalıştığımız, bütün bundan ibaret. Huzur denizine yalnız o daldı. Bize vecdinin fırtınasından çıkan sesler kaldı. Heyhât, onu Mevlânâ zannediyoruz…”
Topçu, Mevlânâ’yı nasıl gördüğü veya değerlendirdiği noktasında, Mevlânâ ve Tasavvuf isimli esere önsöz olarak yazmış olduğu‚ ‘Birkaç Söz’ isimli yazıda, İslâm’ın gerçek ve içten anlayışına sahip olan Mevlânâ’nın, dini eğitim‐öğretimden çocuk terbiyesine ve ahlaka varıncaya kadar bir çok alanda en sağlam temel olmasına ilaveten milletimizin skolastik düşünce ile Batı taklitçiliğinden kurtuluş kapısı ve Anadolu’nun içinde bulunduğu durumdan çıkış noktası olduğunu ifade etmektedir:
“Yüzyılların katmerlendirdiği bir iskolastik düşünüşten sonra Batı taklitçiliğinin açtığı hüsran çukuruna yuvarlandığımız bir devirde kültürümüzün çıkış noktası Mevlânâ olmalıdır. Onda Müslüman Türk dünyasının bütün ruhu gizlidir. Felsefemizle güzel sanatlarımızı bu kaynaktan çıkarabiliriz. Onlarla birlikte ilimlerle ahlâkın kaynağı din olduğuna göre, Mevlânâ’da İslâm dininin gerçek ve içten anlayışını buluyoruz. O bize dinin statik olan kalıp tarafını değil, dinamik olan özünü tanıtıyor. Onda ruhun gayesi olan hürriyet, kalıpları kırıp Allah’a götüren en doğru yolu kendi içinde bulmaktır. Kayıtlardan kurtulan tam manasıyla hür adam, onun aradığı ideal insandır. Bu yol, İslâm’ın gerçek yoludur… her taraftan insanlığımızı kuşatan bu karanlıktan bir aydınlığa çıkmak ihtiyacındayız. Bu aydınlığı, belki de insanlık tarihinde benzeri görülmemiş şekilde, Mevlânâ’da bulacağız…Biz, din yayımından ve öğretiminde, ahlâk dersinde, çocuk terbiyesinde Mevlânâ kültürünün en sağlam temel olacağına inanıyoruz.”
Eğitimin amacı, insanın bu dünyadaki yaratılış amacıyla uyumlu olmalıdır. Eğitimin ana amaçlarından birinin, insanın içine rahatlıkla yolculuk edebilmesini sağlamak olduğunu söyleyen Mevlâna, Mesnevi’sinde şöyle diyor: “Yolcunun gönlü açılır, o ışıkla ışıklanırsa Tanrı da ‘Senin gönlünü açmadık mı’ buyurur. Gönlünde açtık, yaydık onu, onun açılışını gönlüne koyduk senin. Sense hâlâ dışarıda arıyorsun onu; süt sağılan sensin de hâlâ başkalarının süt sağmasını istiyorsun. Sende, dibi-kıyısı olmayan bir süt kaynağı var; ne diye tulumda süt arar-durursun? A su çeken, denize bir geçidin var; gölcükten, kuyudan su çekmekten utan.”
Eğitim açısından anlamlı olan şöyle bir hikâye anlatılır:
Bir padişah oğlunu hüner sahibi bir topluluğa teslim etmiş; onlar da bu çok aptal olan çocuğa yıldız bilgisi, fal bilgisi ve daha başka bilgileri de öğretmişler ve padişaha teslim etmişler. Padişah da, oğlunu imtihan etmek maksadıyla yüzüğünü avucuna saklamış ve çocuğa “Söyle bakalım, avucumda ne var?” diye sormuş. Çocuk, “Avucundaki yuvarlak, sarı ve içi boş bir şeydir”, demiş. Padişah, “Özelliklerini doğru verdin, o halde ne olduğunu da söyle” deyince, çocuk “Kalbur olması gerekir” demiş. Padişah hayretler içinde kalarak şöyle demiş: “Aklı şaşkınlığa düşüren bu kadar özellikleri, gördüğün öğrenim ve kazandığın bilgi sayesinde bildin; fakat kalburun avuca sığmayacağını nasıl düşünemedin?” (Fîhi Mâfih. s.28.)
Bu, bütün çağlardaki eğitim olgusu bakımından son derece anlamlı bir hikâyedir. Eğitim sistemlerinin yetiştirdiği bireyler çeşitli konuları ele alarak ve “kılı kırk yararak” incelemekte, en ince ayrıntılarına kadar da bilmektedirler. Ancak kendilerine her şeyden daha yakın ve daha önemli olan kendi özü üzerinde, kendi anlamı üzerinde düşünememekte ve esas bilmesi gerekeni bilememektedir.
Yine eğitim ile ilgili güzel bir hikaye şöyle anlatılır;
Dudu kuşuna söz belletmeye çalışırken karşısına bir ayna konulur, aynanın arkasına öğretici kimse geçer ve güzel bir dille dudu kuşuna konuşmaya başlar. Kuş, bu yavaş yavaş, hafifçe söylenen sözleri, karşısındaki aynaya akseden dudu kuşu söylüyor sanır; görünüşte kendi cinsinin söylediği bu sözleri tekrar etmeye başlar. Usta, ayna arkasından söz öğretir, o, kendi cinsinden öğreniyorum sanır. “O hünerli kuş, söz söylemeyi öğrenir ama, anlamından da haberi yoktur, sırrından da. Bir bir söz söylemeyi insandan öğrenir; fakat duducuk, bundan başka insandan ne elde edebilir ki?”
İnsanların eğitimi de buna benzer. İnsanlar birçok şeyi kendi cinslerinden öğrenirler, fakat aynanın gerisinde yüce Allah’ın tüm aklı ve güçlü iradesi vardır, Taklitle öğrenme, hayvanların bile yapabilecekleri bir şeydir. Allah’ın verdiği akılı kullanan insan, hiçbir konuda ve hiçbir noktada taklit bilgi seviyesinde kalmamalı, görünüşlerin arkasını düşünmeli, her şeyin esas var oluş amaçlarına, iç anlamlarına ulaşmalıdır.
Kaynakça
Mevlana. (10.Baskı/2010). Mesnevi(Türkçesi: A. Karaismailoğlu) Tam Metin. Ankara: Akçağ Yayınları.
Topçu, N. (1998). Mevlana ve Tasavvuf. İstanbul: Dergah Yayınları.
Hocam teşekkürler