DERYA GÜLTEKİN
İlkokul birinci sınıfımın ilk hafta sonuydu. Bir cumartesi…
Dış kapının kulpuna asılarak ‘Bugün okul neden yok?’ diye ağlayışım şimdi gibi aklımda. Annemin beni ikna etmeye çalışırken ki çabasını hep buruk bir gülümsemeyle hatırlarım.
Okula olan o sevgimin her geçen yıl artarak büyümesinde, bugün daha iyi anlıyorum ki ailem kadar karşılaştığım öğretmenlerimin de rolü çok büyüktü.
Eğer o günlerde öğretmenlerimin sıcak elleri yüreğime dokunmamış olsaydı belki bugün mesleğimi, değerlerimi bu denli yaşayamamış olacaktım.
Neydi beni bağlayan?…
Kim bilir belki; derste üşüdüğümü fark eden Muammer öğretmenimin üzerinden çıkararak küçük bedenime sardığı dirsekleri deri kumaştan kahverengi ceketindeki sıcaklıktı…
Kim bilir belki; altıncı sınıftayken dersteki durgunluğumu fark eden RAUF VAROL hocamın, teneffüste bir baba şefkatiyle beni anlamaya çalışan gözleriydi… Babamla birlikte okuduğum kitaptı, annemin şefkatli ellerinden aldığım beslenmemdi… Çok şeydi.
Ve sonrasında anladım ki; bir insana anlam yükleyen çocukken ona verilen değerdi, sevgiydi, ilgiydi, özveriydi… İnsanı insan kılan gönüle dokunmak değil de ya neydi?
Ne yazık ki; duyarsız ellerde sevgisiz, ilgisiz, değersiz büyütülen çocuklar birer yıldız gibi kayıp gitmekte ellerden…. Kimi sokağa, kimi silaha kimi haplara tutundu hiç yoktan. Kim bilir kaç çocuk birilerinin nefis sapkınlığı, ben-sen kavgası yüzünden bozulup gitti zamandan… Kaç çocuk? Kim bilir?…
Kazanmak lazım ve kazandırmak…
Duvarları öğretilerle örülecek binanın temelini değerlerle kurmak lazım ki sağlam olsun; insan bedeninde insanlık, güzellik vuku bulsun. Toplum kurtulsun.
Sen yaparsın, sana inanıyorum, sana güveniyorum, senden ilerde iyi bir ….olur.
Sen her şeyden önce iyi bir insansın. Seni seviyorum. Bizim için çok kıymetlisin. Yanında bil beni!’ iltifatlarını gönül reçetesine kazımak lazım. Bunları duyan çocuk değer temellerinde örülen duvarlarına pencere açmasını illa ki bilecektir. Bu dokunuşa hele ki bu günlerimizde ne çok ihtiyacımız var.
Uzaktan uzağa eğitmek çabasında camdan cama değil de candan cana olabildiysek ne mutlu bize. Bu sadece eğitim-öğretim için söz konusu değil elbette.
Herkesin büyük bir sınavdan geçtiği, kimsenin birbirine bir metreden yakın durmaması gerektiği bu dar boğazda çocuklarımız kadar olmasa da gençlerimizin ve yaşlılarımızın kısaca hepimizin ne çok ihtiyacı var gönülden dokunuşa… Hele bir de söz konusu çocuklarsa!
Kırmak, dökmek ne kolay! Hor görmek, küçümsemek…
Oysa o küçümsenen bedenlerden ne dâhiler çıkar, çıkar da o kimseler akıl erdiremez. Şaşkın olan çocuk mu yoksa onu öyle sanan öğretmeni mi, bilemez.
Yeri gelmişken, yedi yaşında başladığı okuldan üç ayı bile tamamlamadan ‘algılama güçlüğü sorunu’ nedeniyle uzaklaştırılan Thomas Alva Edison’u anlatmadan geçemedim.
Dâhiyi öğretmenleri anlayamıyor. O gün eve geldiğinde annesine elindekini uzatırken “Bu mektubu öğretmenim gönderdi ama sadece sana vermemi tembihledi.” Annesi okuldan gönderilen mektubu gözyaşları içinde oğluna sesli olarak okudu.
“Oğlunuz bir dâhi. Bu okul onun için çok küçük ve onu eğitecek yeterlilikte öğretmenimiz yok. Lütfen onu kendiniz eğitin.”
Sonrasında anne oğlunu okuldan alır ve evde eğitimini kendisi verir. Annesi vefat ettiğinde ise o bir dâhidir. Ve bir gün çekmecede öğretmeninin annesine gönderdiği mektuba rastlar… Okur… Gözyaşlarını tutamaz…
“Oğlunuz şaşkın (akıl hastası) bir çocuktur. Artık onun okulumuza gelmesine izin vermiyoruz.”
Bu yazılanları okuyan Edison saatlerce ağlar ve günlüğüne şu notu düşer: “Thomas Edison kahraman bir anne tarafından, yüzyılın dâhisi haline getirilmiş ‘şaşkın’ bir çocuktu.”
Eğer bizim de gönlüne sevgi tohumunu işlediğimiz çocuklarımız olduysa biz de bir kahramanız demektir; onlar da bizim dâhimiz.