Yaşanmış bir öğretmen hikayesi. Burhanettin Saygılı’nın kaleminden.
Hazan mevsimi iyice kışa yaklaşıyordu. Elmalar toplanmış, dökülmeyen yapraklar, turuncu renge dönmüştü. Hatta yapraklarda, benek benek çürük lekeler olmaya başlamıştı. Güneş acelesi varmış gibi erkenden gidiyordu. Geç geldiğini saymıyorum bile. Apansız inen akşam, yazdan kalan yüreğime dokunuyor ve zaman da yetmiyordu. Zaman darlığının yanında telaşlar yedek kuvvet olarak mütemadiyen duruyordu.
Okuldan çıkmıştım, servisin hareket saatine bir saat vardı. Kısa süreliğine de olsa, ameliyat olmuş bir velimi ziyarete gidiyordum. Zaten hasta ziyaretinin kısası makbuldür.
Onu orada gördüğümde tek başına oynuyordu. Belki oyun içinde kendince bir renk, bir ahenk vardı ama dışarıdan monoton görünüyordu. Hareketleri ve beden dili ‘varın benim farkıma’ diye bir bilinçaltı mesajın varlığını sessizce haykırıyordu. Bu haykırış kulaklara ya da göze değil, gönüllereydi. Merhum Doğan Cüceloğlu’nun dediği ‘‘Annen yok, kimsen yok’’ gerçeği idi, sahnelenen tek kişilik oyun. Küçük bedeni damın üstünde bulunsa da ruhu kim bilir hangi güzel diyarlardaydı.
Ayşe diye bağırışımla döndü ve dondu. Dudaklarını kıpırdattı ya da kıpırdatamadı. Ateş basmış gibi görünüyordu. Bu ses… Ayşe… Bu sesleniş onun içindi. Ayşe anılarak varlık içine dâhil oluyordu. Ayşe zaten vardı. Olsun. Asıl şimdi vardı. Keşke sesleniş beldenin bütün sokaklarında yankılansa herkes duysaydı. Keşke sen de duysaydın. Ayşe seni bilmiyor ne fark eder sen onu öğrenmiş olurdun. Annesi yoktu ama onu çok seven bir öğretmeni vardı. Öğretmeni onu çok seviyordu. Onu çok seviyordu. Çok seviyordu. Seviyordu. Ama işte, bilmem ki kaç öğretmen bir anne çeyreği eder? Peki, annesi yoksa kimsesi olamamalı mıydı?
Annesizliği epeydir beni düşündürüyordu. Değerler eğitiminde anne, başat rolü oynuyordu. Sevgi dersen anne, saygı dersen anne, hoşgörü dersen anne… Anne olmazsa sadece çocuğun değil değerlerin de boynu bükük kalır, öksüz olur. Annenin ayağını kaydırsan altından cennetler kaybolur. Annesizliğin yokluğu cehennemin diğer adıdır. Bu bilinmeyen bir şey değil. Anne sözü her kimin ağzından çıksa Ayşe’nin yüreğine kara saplı hançer saplanıyordu. Bilinmeyen bir şey varsa o da yüreği yaralanmış, saçları taranmamış şu çelimsiz çocuğu üzmeden dahası ezmeden ‘anne’ sözünü kullanabilmekti.
Mesleğimin dördüncü yılındaydım. Sınırda bir köyden Orta Anadolu’nun şirin ve yeşil bir beldesine gelmiştim. Orada ikamet etmiyor, servisle gidip geliyordum. Otobüs dere boyu bir vadiye girdiğinde her mevsim ayrı renkler, renklerin ayrı tonları görsel şölen oluştururdu. Bakmaya doyamazdı insan. Doğrusu ben de doymamak için sık sık bakmaz, kitap okurdum. Arada kaçamak bir bakışla yetiniyor, doymakta bir tatmakta bir diyordum. Az bir bakışla gördüğümü muhayyilemde çoğaltırdım. Güzel düş görmüş, mutlu gülüş bulmuş gibi olurdum.
Güya çocuklara öğretmenlik yapıyordum ama ben onlardan daha fazla öğrenciydim. Onlar bir öğrenirse ben beş öğreniyordum. Sanırım son ifadeleri izah etmem gerekiyor. Okuduğum kitapların sahada yansımaları bazen bir hiç bazen çok ilginç oluyordu. Bazen de bir dokunuş, mucize kabilinden enteresan şeyler ortaya çıkartıyordu. Öğretmeni olduğum öğrencilerin öğrencisi olmuştum. Bilgi mekanik bir şey değildi. Her sinede farklı makes buluyordu. Kiminde çürüyor, kiminde duruyor, kiminde yürüyor, kiminde uçuyordu.
Öğretmen öğrenci ilişkimiz, hangimiz öğretmen hangimiz öğrenci çelişkisi değildi. Bilakis hepimiz öğrenci, hepimiz öğretmendik. Şöyle ki aramızda Gestaltçilerin şekil zemin ilişkisi vardı. Bazen merkezde öğrencilerim bazen ben. Hep birlikte mutluyduk çünkü öğreniyorduk. Öğrenmek mutluluk kaynağıdır. Biz pınarın gözündeydik, sevginin özündeydik.
Hiç kuşkusuz mutluyduk. Hep beraber eğleniyor, hep beraber öğreniyorduk. El ele, omuz omuza halay çeker gibiydik. Biraz da coşkulu kişiliğimin yansımaları sınıfımda gözlemlenebiliyordu. Coşkun akan bir nehir gibi çağıl çağıl akmak yaşam enerjimizi artırıyordu. ‘‘Ben de hiç tükenmez bir hayat vardı / Kırlara yayılan ilkbahar gibi / Kalbim hiç durmadan hızla çarpardı / Göğsümün içinde ateş var gibi’’ mısraları ete kemiğe bürünmüş haldeydi.
Onu orada gördüğümde tek başına oynuyordu. Damın üstünde ağır hareketlerle oyalanıyordu. Ayşe diye bağırışımla döndü ve dondu. Ayşe mi dondu zaman mı dondu bilemiyorum. Hayaller birimizi alıp getirirken, diğerimizi alıp götürüyordu. Zemin hangisi şekil hangisi belirsiz olmuştu.
Sınıfa girdim ve ‘‘Günaydın çocuklar’’ dedim. Çocuklar ayağa kalktılar coşkulu bir şekilde ‘‘Günaydın’’ diye çılgınca bağırdılar. Ben de onlara ‘‘Ne bağırıyorsunuz be sağır mı var?’’ diyeceğim. Onlar da kaçıncı kez güldükleri şeye ilk defa gülüyormuş gibi kahkaha atacaklar. Çocuklar aynı şeyi tekrar tekrar oynamaktan yorulmaz, aynı şeye tekrar tekrar gülmekten bıkmazlar.
Bir öğrenci ayağa kalkmamış, kafasını sıraya koymuş yatıyordu. Seferberlik zamanı zorunlu olarak sefere çıkmış ama askerlik vasıfları henüz oluşmamış bir çocuk gibiydi. ‘‘Ey sürüden arkaya kalmış yiğit / Arkadaşın gitti sen de git’’ denilmiş ve o da okula gelmişti. ‘‘Haydi, git evladım uğurlar ola / Uğrun açık olsun uğurlar ola’’ denmiş. Ne var ki uğursuzluk gelip onu bulmuş, ilk atılan mermide vurulmuş ateşler içinde kıvranan asker gibi yatıyordu.
Orada ateşler içinde yatan Ayşe’ydi. Yanına gittim, elimi başına koydum. Ateşler içinde yanıyordu. Elim kafasına değil de yüreğine dokunmuş gibi onu rahatlatmıştı. Bedenindeki ateşi umursamıyor, yüreğine dokunan mutluluğu yaşıyordu. Annesi cennetten elini uzatmış ve saçlarını okşuyordu.
Çoktandır taranmamış saçlarını tarıyordu. Ah be minik güzel kızcağız, benim değil senin sayıklaman gerekiyordu. Oysaki senin bedenini yakan ateş, benim yüreğimi sarmıştı. Zaman donmuştu, saatler durmuştu. Kanayan vicdanım, yanan yüreğime serinlik veriyordu. Kim bilir belki de insan olmayı böyle böyle öğrenecektim. Minik kızın gönlü mutmain olsa da, bedeni feraha ermemişti. Şu cılız bedenden ne çok ateş çıkıyordu. Ateş olsan cürmün kadar yer yakarsın sözü iflas etmişti. Ateşinden bir çıngı sıçrasa, şu karşı yamacı, ormanları tüm dünyayı yakabilirdi. O annesizliğinin ateşine yanıyordu. Annesi olsa onu bu halde okula göndermezdi. ‘‘Annen yok kimsen yok.’’
Ayşe’nin konuşacak mecali yoktu. Fakat yine de onunla konuşmam gerekiyordu. Gerekirse onun adına cevaplar vermeliydim. Sohbet ayrı sorgu ayrı, sohbetin ruhuna uygun davranmak gerekir. Böyle zamanlarda, ödevini yaptın mı, kitabını okudun mu soruları abesle iştigal eder. Gönül kapıları açılmış, girmek gerekir.
— Ayşe, biliyor musun? Seni çok seviyorum.
— … (Kafasını sallıyor evet anlamında)
— Sen çok güzel bir kızsın. (Çocuk ifadesi sözün değerini düşürür. Hem bir insan, hanımefendiye çocuk der mi hiç?)
— … (Tebessüm edip kaş göz işaretiyle evet)
Ayşe ateş içindeydi, konuşacak halde değildi. Tüm insanlara güzel söz söylemekte bir beis yok. Bilhassa küçük çocuklara söyleyebildiğiniz kadar güzel söz söyleyin. Asla yalan olmaz. Hani hatırla “Ahsen-i takvîm” ifadesini. Mevla ne diyordu, “Andolsun ki biz insanı en güzel şekilde yarattık”
‘Yer nerede, gök nerede, ben neredeyim? Sınırlara geldiğim’ yer, bir köy evinin önüydü. Neden sonra Ayşe’nin dili çözülmüştü
— Burası bizim evimiz öğretmenim
— Eviniz çok güzel görünüyor aynen senin gibi.
— Nereye gidiyorsun öğretmenim?
— Arkadaşının babası ameliyat olmuş, onu ziyarete gidiyorum.
— Bize de gelir misin öğretmenim?
— Hem de uçarak gelirim. Fakat bu gün zamanım çok az. Başka zaman gelsem kabul eder misin?
— Tamam, olur öğretmenim.
Vedalaşma faslından sonra el sallamalar birbirimizi görmez olana kadar devam etti.
Geri dönüşüm yine aynı yoldandı. Her anında bir kaygıyı taşıyan minicik sinesi vardı Ayşe’nin. Eve girmiş, başını iki elinin arasına almış her dem başında gezen kaygıyla kapıdan dışarıyı gözlüyordu. Öğretmenini yani onun prenses olduğunu bilen birini bekliyordu. Beni görünce sevinç ve heyecanla el sallamaya başladı, karşılıklı el sallama seremonisini yineledik. Kavuşma sevinci saçan bakışlar, ben uzaklaştıkça uzun ve uzak yola gidenin ardından bakar gibi hüzünlüydü, özlem yüklüydü.
Anne yoktu, yara tutuyordu boşluklar. Kabuk bağlayan yaralar, dokundukça kanayan yaralar. Ne iyileşiyor ne de yok sayılıyor. Bedenin parçası olan yaralar. Bakışları, gülüşleri, sevinçleri boğan yaralar. Böylesi yaralarla dolu gönül içindeydi Ayşe’nin dünyası.
Yoğun tempolu bir günün ardından otobüse yetişmiştim. Hüzünler deryasında mı yüzdüm yahut derya oldum da hüzünler bende mi yüzdü belirsizdi. ‘‘Bir daha yazar mı kalem kanaya kanaya / Kâğıdı da kan tutar ağaç değil mi soyu / Ağla doyasıya ağla / Aynı denizde çoğalır yüreğin öz suyu.’’ Nereden ve ne kadar akarsak akalım, aynı denizde toplanacağız bir gün.
Beldenin çıkışında otobüs durdu, yolcu alacak. Yolcunun yükü de var, biraz oyalanacak. Durduğumuz yer, hemen mezarın yanı başı. Oyun bitince şahı da piyonu da aynı kutuya koyarlar. Şimdi herkes müsavi olmuş. Mezarda yatanların ruhlarına Fatiha okuyorum. Genç annenin mezarı hangisi acaba? Görüşmeye gelen veliler bir şeyler söyler beklentilerini de belirtirler. Mazereti dolayısıyla gelemeyeni ben ziyarete giderdim. Sıra bu anne de, mezarını öğrenmeliyim. Bir öğle arası mutlaka ziyarete gideceğim. Mezardaki veliyi ziyaret düşüncesi bile beni heyecanlandırıyor. Acaba bu anne bana bir şeyler söyleyebilse ne söylerdi? Kızım sana emanet derdi diye varsayıyorum. O emanet başım gözüm üstüne.
Otobüsümüz hareket ediyor. Geride Ayşe toprak dam evlerinde, annesi mezarda toprağında kaldı. Servisimiz her zamanki güzergâhına koyulmuştu. Aynı çukurları, aynı tümsekleri tanıyor gibi ritminde giderken, ben hâlâ gerilerde, derinlerdeydim. Ayşe toprak kokan evindeydi. Annesi mezarda, toprağındaydı. Şimdilik hepimizi üzerine davet edip ağırlayan toprak, yarınlarda bağrına davet edecek. Toprak ne verirse insan onu yer. İnsanın sonu bu yer. Toprak döner insanı yer.
Bizim topraklar. Ana kokan topraklar. Kendine yaslananı besleyen, emanete özü gibi bakan topraklar. Anadolu toprakları, sinesindeki çiçeği büyütür gibi büyütüyordu ana yoksunu çocukları. Yolculuk boyunca içimde, topraktan gelen bir ses gibi ‘‘Kızım sana emanet‘’ sesi yankılanıp durdu.