Yeğenimle çarşıya yürüyerek gitmeye karar verdik. Biraz yürüdükten sonra yeğenim bana ”Teyze, fakirlik evinizin yolundan gidelim.’’ dedi. Daha önce ona evimizi göstermiştim. Fakat hiçbir zaman orayı fakirlik evi olarak düşünmemiştim. Yeğenime de böyle bir şey dememiştim. Bir an düşündüm. Gerçekten fakir miydik?
Ev iki katlı kerpiçten yapılmış; üst katta ev sahipleri, alt katta biz oturuyorduk. Oturduğumuz ev çift kapılıydı. Biri dışarı, diğeri mutfak tarafındaydı. Küçük bir avlusu vardı. Yaşadığımız ev iki oda, bir aralıktı. Ama biz çok mutluyduk. Fakir miydik acaba?
Fakirlik evi… Demek ki dışarıdan fakir görünüyorduk. Evin içinde bizim çok zengin hayallerimiz vardı. Hayallerimiz bu küçük ve fakir eve sığmıyordu sanki uzansak hayallerimizi tutabilecektik.
Köyümüzde ortaokul, lise yoktu. Ablamlar ilkokulu bitirince şehir merkezinetaşınmaya karar verdik. Ben ilkokul ikinci sınıfta okuyordum. Ablam ortaokula burada başlayacaktı. Bir otobüsün bagajına sığmış eşyalarla buraya geldik. Otobüsün bagajına sığmayan ümitlerimizi tır filolarına yüklemiştik. Annem evi yerleştirdi, düzenledi. Kaşla göz arasında çabucak yerleştik. İki kilim, iki-üç kat yatak, bir-iki kat kap kacak, bohçalara sarılmış biraz giyecek vardı.
Annem ertesi gün ablamla beraber işe gitti. Bizim için şehir hayatı başladı. Biraz önce bahsetmeyi unuttum. Eşyaların en önemlisi annemin sandığıydı. İçinde değerli bir şey yok gibi görünürdü. Fakat hep kilitliydi.
Neden hep günü geçince anlarız bir şeyleri? Komşu kızının güzelliğini anlamak için illa yâd ellere gitmesi mi gerekir? ”O mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler.” İçinde olduğumuz değerlerin değerini ya bilmez ya sonradan fark ederiz. Hâlâ o sandığın içinde ne olduğunu bilemiyorum. Şimdi annemi daha iyi anlıyorum. Sandığın içinde neler olduğunu bilemesem de annemin içinde neler olduğunu biliyorum.
O sandıkta ne kilitli, içinde ne saklıyor hiç bir zaman bizimle paylaşmadı. Belli ki içinde hayalleri, umutları, yaşamak isteyip de yaşayamadığı duyguları vardı. Demek ki duyguları kilitliydi. Onun açınca görüp de bizim göremediğimiz o sandık hala duruyor. Ara sıra açıp bakar. Yanımda açıp baktığında dönüp bakamam. Yüzleşeceğim acılar varmış gibi gelir. İçinde gözyaşlarımı bulmaktan korkarım.
Annem ve ablalarım tarla işlerine başladı. Güya şehre göçmüştük. Mahallede başka kadınlar da aynı işe gidiyor. Onlar işe gittiğinde biz evde kardeşimle yalnız kalıyorduk. Ara sıra beni de götürüyorlardı. Yani ben de bir işin ucundan tutmaya başlamıştım, hayatımızı devam ettirmemiz ve karnımızın doyması için. Okul masraflarının karşılanması için hepimizin çalışması gerekiyordu. Maalesef hiçbir gelir kaynağımız yoktu, çalışmaya mecburduk.
Mahalleye ilk taşındığımızda, komşular kullanmadıkları eşyalarından verdiler. Ama biz çalışıp kendimiz almak istiyorduk. Okullar açılıncaya kadar bazı ihtiyaçlarımızı karşıladık. Biz okula annem ise tarla işine gitti. Tarla işleri bittikten sonra komşularımızla halı dokuyor, geçimimizi kimseye muhtaç olmayacak şekilde karşılıyordu. Annem bizim için hem anne hem baba olmaya devam ediyordu.
İlerleyen yıllarda ben ortaokula başladım. Ağabeyim ve ablam bir yıl arayla üniversiteye başladılar. En büyük ablam fabrikada çalışıyordu. Hayallerimiz gerçekleşmeye başlamıştı. Çünkü ağabeyim ve ablam öğretmen olacaktı. Böylelikle ben de okuyabilecektim ve biraz rahatlayacaktık. Banyosu, tuvaleti, mutfağı içerde olan bir de evimiz olacaktı. Yavaş yavaş hayallerimizin zirvesine tırmanıyorduk. Gezegenler arası yolculukta gibiydik. Uzaydan dünyaya el sallasak gören olur mu? Olmasa da biz el sallayacaktık. Yanımıza üç beş çuval da soğan alıp cücüğünü yiyecektik. Lüks dediğinde biraz böyle olmalıydı. Lakin başka gezegendekilere ağzımız kokmasın diye bundan vazgeçmiştik.
Sonra zaman donup kaldı. O yıllarda sıklıkla demokrasimize darbe olurdu. Ben de etkilenmişim galiba, kendime darbe yaptım. Okumak adlı soylu eylemi süresiz askıya almıştım. İkinci bir emre kadar okula yasak koymuştum. O ikinci emir hiçbir zaman gelmedi.
Yaz tatillerinde zaten çalışıyordum. Okul bitti, ders paydos dedikten sonra fabrikaya girdim. Giriş o giriş. Çıkışların kilidi kaybolmuş olmalı ki bir daha çıkamadım. Biz tütün sarmıyorduk. Yine de ”Fabrikada tütün sarar sanki kendi içer gibi/ Oturmuşta hayal kurar bütün insanlar gibi.” şarkısını söylemekten zevk alıyorduk.
Biz ilginç insanlardık, yanımızdakinin mutluluğu ile mutlu olabiliyorduk. Veren el, alan elden mademki üstünmüş diyor, vermek için hayırda yarışıyorduk. Hepimiz üstündük, çünkü paylaşıyorduk. Zordu ama imkânsız değildi. Biz bunu beceriyorduk. Çalışmak zorunda hissettim. Bütün yük annemdeydi. Hepimizi okutamazdı, yardım etmeliydim. O an, en mühimi ağabeyimin ve ablamın okumasıydı. Ailede birilerinin iyi bir yere gelmesi için bazı fedakârlıklar gerekiyordu.
Sonraki yıllarda benden küçük olan kız kardeşim Sağlık Meslek Lisesine başladı. Yeri gelmişken anlatmam gerek. Fedakârlık ailemizde hâlâ devam ediyor. Kız kardeşim okudu hemşire oldu. Birlikte kalıyoruz, onun kızına ben bakıyorum. Veli toplantılarına, kitap okuma etkinliklerine ve tüm etkinliklere ben katılmaktayım. Kitap yazımı fikri bize anlatılmıştı. Kardeşim bu ulvi işi, bu onuru benim yaşamamı istedi. Yazar olma şerefini bana devrediyordu. Biz paylaştıkça bölünmüyor, çoğalıyoruz, eksilmiyor artıyoruz.
Herkes bir şekilde hayata tutunmuştu. Hepsi bu fakirlik evinde gerçekleşmişti. Ailemizin milli mücadelesi burada verilmiş, hayat muharebesi burada kazanılmıştı. Üzüntülerimizin, sevinçlerimizin en güzelini, hatta en acımasızını dahi burada yaşadık. İlk televizyonumuz, buzdolabımız, telefonumuz, radyomuz bu evde oldu. Her şeyin sevincini burada yaşadık.
Bir gün, ağabeyim yaz tatilini bitirmiş, okula dönecekti. Eğitim Fakültesinde okuyordu. Evde ablamın ilk maaşıyla aldığı küçük bir radyo vardı. Ağabeyim ”Radyoyu ben götüreceğim yurtta arkadaşlarla dinlerim” dedi. Tabi o zaman radyo çok lüks bir aletti. Herkesde nadir bulunurdu. Ablam da tam genç kız. Şarkılarla hayal kurduğu, arkası yarınları dinlerken kendini o kişilerin yerine koyduğu gençlik yılları. Neyse orada bir tartışma başladı, ablam vermem, ağabeyim götüreceğim diyor. Arada annem ne yapacağını şaşırmış bir şekilde ara bulmaya çalışıyor. Dayağı en çok arabulucu yermiş derler ya essahmış. İki tarafın eleştirilerine ve sitemlerine maruz kalıyor.
Annem adalet terazisini tutan kız Themis rolünde. Terazinin bir kolu biraz ağabeyimden yana eğildi. Annem götürsün demeye başladı. Ablam da ”Ben aldım vermeyeceğim.” diyor. Bir baktık annem bayıldı. Tartışma sırasında hepimiz çok korktuk. Anneme bir şey olursa ne yapardık. Bizi bir araya getiren, aileyi bir arada tutan, bütün sorumluluklarımızı omuzlarında taşıyan oydu. Neyse bağırış çağırış annem kendine geldi. Themis rolünde başaramadığını başka rolde hem de başrolle başardı. İstemesek de radyoyu ağabeyime verdik.
Ah canım annem iyi ki sen bizim annemizsin. Meğer anne ve babalar en çok hasta iyileşene, gurbetteki gelene kadar onu severmiş. İtiraf etmeliyim bu ilkeyi bilmediğimizden olsa gerek anneme kızmıştık. Kardeşimiz erkek olduğu için taraf tuttuğunu zannetmiştik.
Eskiden valiz herkeste yoktu. Kıyafetleri bir torbaya, radyoyu da arasına koyduk. Ağabeyim gitti. Ablamla biz çok üzülmüştük. Çünkü hepimiz yatağa girdiğimizde radyoyu açar ve dinlerdik. Bazen arkası yarın, bazen yeni çıkan hiç duymadığımız şarkılar dinleyerek hayallere dalıp uyurduk. Aradan biraz zaman geçtikten sonra ağabeyimden mektup geldi. Otobüste torbaların değiştiğini yazıyordu. Uğruna o kadar tartışılan kavga edilen radyo o torbayla beraber gitmişti. Üzüntümüz daha çok artmıştı. Ama elden bir şey gelmezdi. Giden gitti, bulunamazdı artık. Belki giden kişinin en büyük hayali gerçekleşmişti. Böyle düşünerek kendimizi teselli etmiştik. Yokluk işte, böyle bir şeydi.
Fakirdik ama çaresiz değildik. Hepimiz sağlıklıydık, gençtik, çalışkandık. Çaresizlik çalışmayıp, birilerinden bir şey beklemektir. Biz her şeyi kendimizin azmiyle, bir yerlere gelme çabasıyla elde ettik. Kimsenin hayatına özenmedik. Ayakları olmayanı görünce ayakkabılarımıza kafayı takmadık. Halimize şükrettik. Çok çalıştık. Ucu ucuna zor yetiştik ama hiçbir zaman aç kalmadık. Tek çeşit yedik, sade kuru ekmek yedik. Ama kimsenin ekmeğinde gözümüz olmadı. Karnımızdan önce gözümüz hep toktu.
Bir şeyi de hiç unutmam: Ortaokul ikinci sınıftayım. Beni bando takımına seçtiler. Eskiden milli bayramlarda kutlamalar bir ay önceden başlar, hazırlık yapılırdı. Kıyafet olarak turuncu üst (forma) altında lacivert etek giyilecek. Bunları okuldan verdiler. Herkesinki aynı renkti. Ama bir şey eksikti. Beyaz eldiven. Benim yoktu. Biraz durumu iyi olanlar beyaz tülden eldiven giyerlerdi. Benim olamazdı. Çünkü ben evdekilere bando takımına girdiğimi bile söyleyemedim. Söylesem bile durum belli, alamazdık. Bizim için o bir masraftı. Her yerde de bulunmazdı. Sadece gelinlik satılan yerlerde bulabilirdik. Sonra bir şey düşündüm. Ağabeyimin markalı bir tişörtü vardı. Mutlaka birisi vermiştir. Çünkü o zaman bizim en moda markamız yama, yani yamalıktı. Neyse bir gün onu ikiye kestim. Arka kısmını yere serip, üzerinde elimin şeklini çizdim. Kesip dikerek bir eldiven oluşturdum.
Çaresizlik insana neler yaptırmazdı ki? Ama eldiven penye olduğu için, bando çalarken sürekli düşüyordu. Çekiştirip duruyordum. Hem utanıyordum hem de kimse görmesin diye ellerimi gizliyordum. Bir öğretmenimiz beni sürekli takip ediyormuş. Ama ben fark etmedim. Tören bittikten sonra öğretmen bir çift beyaz eldivenle yanıma geldi. Bunlar senin, dedi. Öyle güzeldi ki anlatamam. Benim utangaç tavrımı görünce evden eşinin gelinlik eldivenini, benim için getirmiş. Bilmiyorum, bir çocuk daha başka nasıl mutlu edilebilir? Havalara uçuyordum. Benim de tülden bir eldivenim vardı. Utanmadan sıkılmadan rahat bir şekilde bando çalabilecektim. Hiç unutamayacağım bir anı olarak yaşatacağım.
İnsan hiçbir zaman yaşadığı hüznü, sevinci unutmaz ama yaşadıklarına alışır. Fakirlik evimizde hiçbir zaman unutamayacağım, hafızamdan çıkmayan anılarımın bazılarını yazabildim.
O günler ne güzelmiş dediğim hiç kimsenin bilmediği, bazen kendimizden bile gizlediğimiz o kadar çok anı yaşamımıza girmiştir. Şimdi diyorum aslında fakirlik evimizde fakir değil çok zenginmişiz. Duygularımız, düşüncelerimiz, hayallerimiz çok zenginmiş ki bazılarını gerçekleştirmeyi başardık. Ailemle ve kendimle gurur duyuyorum. Hayat mücadelesine karşı dimdik ayaktayız. Hepimiz aile kavramını biliyoruz. Birbirimize bağlıyız. Çünkü hayat mücadelesini beraber kazandık. Ayrılmadık, kopmadık. Kimseden bir şey beklemedik. Şimdi kardeşlerin farklı hayatları olabilir. Ama ruhumuz, kalbimiz hep beraber o fakirlik evimizde birleşti.
Maalesef daha sonra fakirlik evimizi yıktılar. Yıkılan ben miydim yoksa kerpiç duvar mı? Yerine yeni bina yapıldı. Çok üzüldüm, bir parçam eksilmiş gibi hissettim. Çünkü o yerden her geçtiğimde içerden sesler duyardım. Anne, kızlar ve erkek kardeşin kâh kavgalarını kâh sevinçlerini konuşmalarını duyar, o günlere geri dönerdim. Şimdi ise elimde sadece fakirlik evimizin önünde annem ve kardeşlerimle beraber çekilmiş bir fotoğraf ve hatıralar kaldı. Evimiz yıkıldı ama hatıralar dimdik ayakta.
Fakirlik evi lafı içimi acıttı. Küçük bir çocuğun büyük lafı kalbime ok gibi saplandı. Bir bardak suda fırtına koparmıştım. Çünkü yüreğim kabarmıştı. Oysa evin darlığı gönlün genişliğine engel değil. Fakirlik evi zengin gönlümüze, yoksulluk hissettirmedi. Bazı ihtiyaçlarımızı gidermeyi ertelesek bile…
MERAL İNCEDALCI
(4/B Sınıfı öğrencilerinden Irmak ŞANLITÜRK’ÜN teyzesi ve velisi)