Zaman meselesi zor, çetrefil, halli müşkül bir mesele. Pek çok filozof, edip, düşünür hatta teolog zamanın neliği konusunda çaba sarfetmiş, kafa yormuş, ter dökmüş ama onun mahiyetini, neliğini kavramada, açıklamada acze düşmüştür. Buna rağmen zamana nüfuz edemeyen, onu anlama yolunda olmayan, bir ölçüde fonksiyonları üzerinde durmayan, düşünmeyen fertler, milletler geleceklerini kaybederler. Necip Fazıl da zamanı böyle bir bakış açısı ile ele alır: “Zaman, insanoğlunun en girift meselesi, davaların davası, vakaların vakasıdır” der (Necip Fazıl, İman ve Aksiyon, İstanbul, 2016, 81).
O, zamanı anlama cehdindedir. Bir ölçüde de olsa bu başarılmalı ve zamanı idrak, gençliğin şuuruna ekilmelidir. Bu yüzden hissiyatta, fikirde, bilimde, tasavvufta zamanın ele alınışını irdeler. Hissiyatta zamanın, bir seziş, bir ahenk, bir tempo olduğunu varsayar. Zaman şiiri böyle bir algılayışı dile getirir:
“Nedir zaman, nedir?
Bir su mu, bir kuş mu?
Nedir zaman, nedir?
İniş mi, yokuş mu?
Kime kaçsam ondan;
Ha yakın, ha ırak?
Kime kaçsam ondan;
Ya sema, ya toprak…”
Diğer taraftan biz bir zaman içreyiz. Onunla hemhaliz. Zamanda ve zamanla olupbitenleri görmezlikten gelemeyiz. En azından kendi zamanımızı. Bugünün her ferdi nerede doğarsa doğsun birbirini çevreleyen dört ana zamanda, zaman çerçevesinde yaşamakta. Aile, cemaat, millet ve modern medeniyet. Her fert, her cemiyet, her millet içerisinde yaşadığı bu çevrelerin etkisiyle, yönlendirişiyle şekillenir. Bir müşterek standartlar bizleri yönlendiriyor. İlginç bir çağda yaşıyoruz. İnsan ne kendisiyle ne de diğer çevrelerle tam bir bütünlük de sağlayamıyor. Müslüman çağın, zamanın bu bunaltıcı etkisini kırmak istiyor. Savaşı bu! (İsmet Özel, Üç Zor Mesele: İstanbul, 2015, 183-185).
Necip Fazıl, mücerret meselelerin çok önemli olduğunu vurgular. Batı’da soylu kafaların bu tür çetin meselelerle uğraştığını hatta bunları gündemine almayan fikir adamlarına, sanatkârlara gerçek manada düşünür, sanatkar olarak bakılmadığını ifade eder. Böyleleri olsa olsa ancak işportacı olur. Gerçekte Batı’da Sokrat’tan Bergson’a pek çok filozof zaman üzerinde yoğunlaşmış, ter dökmüş, nice buhranlar geçirmiştir. Mesela Pascal, Shakespeare, Fuzuli, İmam-ı Rabbani, Gazali bu tür mücerret mefhumlar üzerinde en çok duran şahsiyetlerdir. Bütün bunlara rağmen Üstad, “zaman sırrını İslam tasavvufundan başka hiçbir görüş izah edememiştir” der (İman ve Aksiyon, 81).
Necip Fazıl’ın, zamanı anlama cehdinde olduğunu, bu yüzden onu çeşitli yönleriyle ele aldığını, tahlil ettiğini ifade etmiştik. Bunların teferruatına girilmeyecektir. Yalnız şuna işaret etmek durumundayım: Onun gayesi, ezeli ve ebedi davanın, İslam davasının yeniden ihyası, dirilişidir. Bu, ancak gençliğe mal edilerek sağlanabilir. Gençlik, zamana direnen, tek, yegane oluş! Davayı yüklenirse bir meşale gibi elden ele, nesilden nesile intikal ettirerek kıyamete kadar taşır. Zamanla gençliğin irtibatı, alışverişi, hemhal oluşu çok önemli. Zamanı, zamandaki oluşu, zamanî yahut gayri zamanî olanı, mümkünatı vs. anlamak, üzerine tefekkür etmek, kafa yormak, sonuçlar çıkarmak vurgulandığı üzere övgüye değer. Böyle bir uğraş, insanın derinleşmesini, ufkunun açılışını, en azizi de Allah’ın inayetine mazhariyeti getirir. Üstad, zamanı Allah’ın varlığına en büyük delil, burhan, belge, şahit, hüccet kabul eder (İman ve Aksiyon, 84). Öyleyse zamana biraz daha yakından bakmak gerekir:
Zaman büyük bir zemin. Tüm oluşun zemini. Hadiselerin üzerinde tohumlaştığı, açıldığı, geliştiği, solduğu, silinip gittiği bir zemin. Oluşun, zaman dışı oluşu muhal. Buna rağmen zaman gözle görülemez, elle tutulamaz, madde üstü bir vakıa ki maddeyi sımsıkı pençesine geçirmiştir. Zerreden kürreye bütün kâinat onun avucundadır. Her ne olursa, yahut denilirse zaman onun üstüne çıkar. Ele geçmez çerçevelendirilemez ve tutulamaz.
Dini açıdan bakılacak olursa zaman hissedilebilir ve şu söylenir: “Zaman Allah’ın eşya ve madde üzerine attığı bir ağdır ki içinde olmayan hiçbir şey yoktur” (İman ve Aksiyon, 83). İbn-i Sina ve devrin bilim adamları ışığı zaman üstü, zamanı olmayan bir şey saymışlardı. Bugün bunun yanlışlığını bilim ispat etmiştir. Işık saniyede 300 bin kilometre hızla gider ama zaman içredir. Kaldı ki herhangi bir vasıta 100 milyar kilometre hızla gitse bile o da zaman içredir (İman ve Aksiyon, 83).
Üstad’a göre zaman en iyi İslam tasavvufunca anlaşılmıştır. Necip Fazıl vahdet-i vücut mesleğinin zaman anlayışıyla tasavvufi görüşün izahlarına girer: Bu meslek, âlemi zıtların çarpışması, muharebesi olarak görür. Bu çarpışmada zıtlar arasında hem birbirini yok etme hem de ahenk gözlenir. Ahenk belki bir denge haline de işaret edebilir. Güçlerin bir noktada birbirini dengelemesi. Güçler her an birbirini yok etmek üzere çekişme durumundadır. Necip Fazıl bu meseleye şöyle bakar: Nihayet bütün zıtlar iki kutupta toplanır: Varlık ve yokluk kutupları. Bu iki kutbun mücadelesi şöyle tecelli eder. Zaman mefhumuyla… Bir vücut, bir adem tecellisi. Bu peşpeşe ve birbirini öyle hızla kovalayan bir oluştur ki, bizim şuurumuza kesintisiz bir akış olarak çarpar. Bu oluş: Bir vücut, bir adem, bir adem bir vücut. Yağmur damlaları gibi. Damlalar bir iplik misali, bir zincir gibi idrakımıza yansır.
Bu bir vehimdir. Bize süreklilik hissi verir. Aslında Allah, her şeyi her an var ediyor, yok ediyor. Mesele bu: Bütün kâinat bir “an”da var ediliyor bir “an”da yok ediliyor (İman ve Aksiyon, 83-85).
Sen ey insan! Böyle bir sırrın karşısındasın. Büyük bir sanatkârın! Hani Allah dünyayı yarattıktan sonra kendi haline bırakmıştı? Terk etmişti? Ne korkunç bir aldanma! Modernistler, laikler bunun hesabını nasıl verecekler?
Demek ki o var ettiğini her an yeniden var ediyor, ihya ediyor. Bu ne rahmet ve inayet! Öyleyse var olan sadece “an”. Anların peşpeşe cümbüşü. Bize bir hafıza bir de hayal bahşedilmiş. “Geçmişi hafıza ile geleceği hayalle” yaşıyoruz. Her ikisi de yok. Bize sadece “an” kalıyor. Bu açıdan ömür bir “an” olarak düşünülebilir. Yani Yunus’un kühnüne vardığı gerçek: Ömür için ne diyordu Yunus?
“Hele bana şöyle gelir,
Bir göz açıp yummuş gibi”
Üstad, bütün bu tahlillerden, “oluş” sırrını bir şekilde kurcalayıp temaşa ettikten sonra şu gerçeğe ulaşır:
Bu dünyanın bütün fanilikleri içinde onları yenmek, faniliği aşmak. Yani zamanı aşmak. Yaşamaya değer olan hayatı bulmak. Aslında beşerin yegâne davası da budur.
Demek ki ebediyyet milyonda, tirilyonda olmuyor. Birde birin keyfiyetinde oluyor. O zaman, meselemiz zamanı aşmakta düğümleniyor. Öyleyse zaman nasıl aşılabilir? Üstad, bunun tek bir yolunun olduğunu söylüyor: Ruh… Ruhumuz. Onun vatanı burası değil. Vatanı aslisi ötede, ahirette! Ahiret ruhun vatan-ı aslisi, asıl vatanıdır. Oradan gelmiştir ve hep orayı özler. Aslında insanoğlu zamanın üstüne çıkmaya davetlidir. O da İslam’da. İslamî sistemdeki ruh anlayışında. Ruh, oranın hasretiyle yanıyor ama sırtına nefs abanmış. En büyük mücadele bu ikisi arasında ve biz bu dünyaya katlanmak, bunun da hakkını vermek zorundayız. Öyleyse zamanla gençliğin ilişkisine, ilgisine gelelim.