Aslında bu sorunun cevabını insanoğlu asırlardır arıyor. Her birimiz günlük hayatımızda defalarca bu çelişkiyi yaşıyor ve bunun muhasebesini yapıyoruz. Hani çok tekrarlanan bir atasözümüz vardır ya “söz gümüşse, sükût altındır” şeklinde, hep kafamı kurcalamıştır; söz ne zaman gümüş olur, sükût ne zaman altın olur diye. Susmak zamanı geldiğinde konuşmak, konuşmak zaruri olduğunda da susmanın; ne altınlığı kalır ne de gümüşlüğü kanaatimce. Bazen susmak altındır, bazen de konuşmak. Elbette boş konuşmak, malayani konuşmak, yalan konuşmak, gıybet etmek, iftira etmek övülecek, övünülecek şeyler değildir. Diğer taraftan zulüm ve haksızlık karşısında susmak, adaletsizliğe seyirci kalmak ve tek kelime etmemek de herhalde iftihar vesilesi sayılamaz. Zira mutlak Rehberimiz (sav) “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır”, “Zulme rıza zulümdür” buyurmak suretiyle susulmayacak durumları, sessiz kalmanın edep sayılamayacağı yerleri bize bildirmektedir.
Ne yazık ki konuşması gerekenlerin ekseriyetle sustuğu, susması gerekenlerin de çok ama çok konuştuğu zamanlarda yaşıyoruz. Bilemem gerçi, belki de bütün zamanlar böyle idi. Her gün duyduğumuz ya da konuştuğumuz onca cümleden Allah aşkına kaç tanesi sadra şifa vermekte, kaç tanesi dünyamız için ya da ahiretimiz için faydalı şeyler içermekte, kaçının kaç kişinin gönül dünyasına, maneviyatına bir nebze faydası olmakta. Keşke, “ya hayır konuşup ya da susmayı” becerebilseydik. Sözlerin ağzımızdan çıkana kadar bize ait olduğunu bilip de düşünmeden konuşmamayı deneyebilseydik. Hani derler ya “dilin kemiği yoktur ama kemiği kırar” diye, keşke söylediklerimizin muhataplarımızın kalplerini kırıp, onları incitmemesi hususunda çok daha fazla hassasiyet gösterebilseydik. Keşke sadece doğruyu ve güzeli söyleyip, hayatlarımıza hiç yalan karıştırmasaydık.
Bazen de susmak evlâdır, hatta konuşmanın tesirinin olmayacağı ve muhatabına fayda etmeyeceği yerlerde belki de susmak gerçeği anlatmanın tek yoludur. Sözü yere düşürmemek ve kıymetsizleştirmemek, sözü israf etmemek gerekir. Zira altının kıymetini ancak kuyumcu anlar. İmam-ı Âzam bu gerçeği “Âlimlerle yaptığım bütün münakaşalarda galip geldim, cahillerle yaptıklarımda ise kaybettim” sözleri ile ne güzel ifade etmektedir. Zaman zaman öyle insanlarla sözümüz karşılaşır ki susmaktan başka çare kalmaz. Onlar da galip geldim edasıyla böbürlenip dururlar. Böylesi durumlarda gerçek, Hz. Mevlana’nın da tabiri ile “susan edebinden susar, edepsiz ben susturdum sanır” ifadesinde yerini bulmaktadır. Sözün üstadı, konuşmayla ilgili “Güzellik dilin altında gizlidir” diyerek güzel olanı güzelce söylemeye çağırıyor insanları. Paylaşmak istediklerimizi ve hissiyatımızı dile getirirken muhataplarımıza karşı kuşanmamız gereken üslûbu da “Bildiklerini anlat, ama akıl vermeye kalkma. Anlatılanları iyi dinle, ama hepsini doğru sanma. Sessiz kalmak, bir şey bilmediğin anlamına gelmez, çok konuşmak ta çok şey bildiğini göstermez” diyerek öğretiyor. Aslında işin özünü “susman fikir, konuşman zikir, bakışın ibret olsun” diye özetlemiş büyüklerimiz. Anlayana, anlamak isteyene az söz, çok laf… Başka söze gerek var mı