Felsefe sözlük anlamıyla ve özü itibarı ile hikmet sevgisi ve arayışını ifade eder. Günümüz dünyasında artık hiçbir şeyin aramak isteyeceğimiz, seveceğimiz bir “hikmeti” kalmamıştır. Belirli bir bütünlük taşıması gereken ve fakat parçalanmış, dağıtılmış “bilme yolları ve bilgi türlerinin” en hayatî kurbanı belki de felsefedir. Bizim eğitimimizde felsefenin sahih bir yeri olmadığı gibi eğitimimizin kendine özgü bir felsefesi de bulunmamaktadır. Felsefesizlik, Teoman Duralı Hoca’nın işaret ettiği nitelikte bir “felsefîleşmiş medeniyet” olamamanın beklenir bir sonucu olsa gerektir. İnsanlığın yeryüzündeki serüveninin binlerce yıla uzanan tarihi boyunca şekillenmiş bilgelik birikimi, Eski Yunan’da tezahür eden kendine özgü felsefe geleneği, müslüman düşünürlerin bu geleneğe verdiği renk, bütün bunlar felsefe deyince ne anlamak gerektiğinin çerçevesini çizmektedir. Uzunca bir zamandır biz bu üç damarı da unutmuş görünüyoruz.
Şurası gerçek ki içinde kaybolduğumuz ve kaybolmaktan, akışına kapılmaktan zevk aldığımız “güncel hayat”ın felsefeye hiç mi hiç ihtiyacı yoktur. Güncel hayatın en şatafatlı unsurlarından biri haline gelmiş okullarımızda da felsefenin öğretilmesinin gereği kalmamıştır. Ne standart testlerde yeri ve faydası vardır felsefenin ne çoktan seçmeli sorulara sığabilecektir ondaki hakikatler. Olabildiğince normal ve beklenir bir durum felsefenin yersizliği. Aslına bakılırsa tarihin hiçbir döneminde felsefenin herhangi bir toplumda yaygın bir özellik haline gelmediğini söylemek abartı olmayacaktır. Felsefe her zaman belirli bir şekilde seçkin bilginlerin, hikmet arayışının zahmetini yüklenenlerin uğraş alanı olmuştur. Günümüzdeki sorun büyük ölçüde böylesi bir seçkinler topluluğunun etrafta olmayışındandır belki de.
Eğitimimizin bir felsefesi yok dedik ancak bu, hakikati yansıtmaktan çok tuhaflığa işaret etmek için söylenmiş bir söz. Çünkü bizim eğitimimizin felsefesi, “ilerlemeci eğitim” felsefesinin kendine özgü ve birçok yönüyle saçma bir versiyonundan ibarettir. Esasen bu ilerlemecilikten de çoktan geçilmiş teknoloji çılgınlığının ve dünyevî hazların şekillendirdiği bir hayat anlayışı egemen olmuştur. İşte bu tam felsefesizliktir ve ironik şekilde gerçek anlamında bir geriye gidiştir aynı zamanda. İnsanlığın ilkel dönemleri olarak adlandırılan zamanlarında “hayatta kalma” arzusu herşeyle birlikte eğitim ve öğretimin çerçevesini ve gayesini belirlerken medeniyetin gelişimi ile birlikte “iyi yaşam” arzusu baskın olmuştur. Bilimin ve teknolojinin marifetiyle bu iyi yaşam fikri “daha da daha da iyi yaşam”a doğru evrilirken maddi düzlemde varolabilen bir “yaşantı” çılgınlığı tek meşru ilke haline gelmiştir. Bu durum ancak “yaşantı” olarak adlandırılabilir çünkü buna hayat diyemeyiz. Hayat bir aşkın ilke ve gaye zemininde insanın tekâmülüdür bir bakıma. Yaşantı ise beşeri düzeyde ancak biyolojinin konusu olabilecek bir canlılıktan ibarettir. Kaldı ki bahse konu iyi yaşam fikrinin ne Aristoteles’in iyi yaşamıyla ne de Farabî’nin en yüce mutluluğuyla ilgisi yoktur. Zaten bu iyi yaşamın ufku; yapay müdahalelerle yaşlılığın geciktirilmesi, bedensel olarak sözde canlılık ve gençliğin görüntüde korunması, sağlıklı yaşam efasaneleri ile yaşantıdan zevk almakla sınırlandırılmıştır. Ölüm aşılamadığına göre ölüme kadar olan süreyi fizikî olarak olmasa da en azından gözlemlenebilen boyutlarıyla güya uzatabilmek tek amaçtır. Burada insan yaşı ne olursa yaşlanmamakta, hep genç görünmekte, hep sağlıklı kalmaktadır. Ölüme doğru gidişin hiçbir emaresi kalmayana dek bu uzatma işlemi sınırları zorlayacaktır. Ulaşılabilecek yegâne aşkın hedef ise beden canlılığının bitmesine rağmen sözde varlığın sanal dünyalarda sürdürülebilmesidir. Biz bugün eğitimde bu ufuk ve hedef uğruna çocukları ve gençleri eğip büküyoruz ve gözlerini boyuyoruz. Bu dünyadaki yaşantınız boyunca sergilediğiniz performans uyarınca yer alabileceğiniz bir sanal evren işte bu gidişin cenneti olacaktır.
Felsefenin yeri ne olmalıdır sorusuna felsefeye yaraşır bir yetkinlikte ve cesaretle cevap vermek zorundayız. Felsefeyi sadece sorgulama ve çözümleme aracı olarak görmenin ya da felsefe tarihi malumatı ile yetinmenin bizim cevabımızla ilgisi olmayacaktır. Zaten felsefeyi sadece bir yöntem olarak kavramak ve sunmak ya da saf bir entelektüel uğraşı biçiminde sınırlandırmak en azından her durumda gerekli değildir. Felsefenin bütün boyutlarının yöneldiği ve yönelmesi gereken gaye, kendisinde insanın tekâmülünün temin edilebileceği ideal bir toplum inşa edebilmektir.
Öyle bir felsefenin arayışında olmalıyız, Suhreverdî’nin Eflatun el-İlahî’ye atıfla açıkladığı bir güzergâhta seyrederken. Ezelden beri seçkinler eliyle yaşatılan, geniş halk tabakalarına mizaçları ve ihtiyaçları düzeyinde ve niteliğinde damıtılarak sunulan bir felsefe. Nimri Dede’nin deyişiyle “Bütün mürşitlerin tarif ettiği/Sadıkların menziline yettiği/Evliyanın enbiyanın gittiği” insan olmaya götürecek bir izin felsefesi.
Günümüzün “güya modernci” ve “güya bilimci”, dinden ve din ile ilişkili herşeyden “iğrenen” kimi felsefecileri ya da felsefe meraklılarının hezeyanlarını bir kenera bırakarak insanlığın yeryüzündeki serüveninin sahih birikimini hayatımıza ve okullarımıza taşımalıyız yeniden. Buradaki taşımadan kastımız güncel yaşantının bütün sapkınlıklarıyla şekillenmiş, “hep daha fazlası” kültürünün mabedleri konumundaki okullarda, ekonomik kalkınmacı, sonuç odaklı, performansçı, sıralamacı ve eleyici, teknoloji ile çıldırmış bir sisteme sözde felsefî derslerin ya da içeriklerin eklenmesi değildir elbette.
Bundan gayrı felsefeden kastımız hikmet arayışı ya da sevgisinden çok, hep daha fazlacılığı, performansçılığı, sıralamacılığı, teknoloji çılgınlığını, ekonomizmi bertaraf edecek ezelî hikmetin ruhunu ve bedenini oluşturduğu bir fikrin hayata getirilmesi olmalıdır. Böylece felsefe neyimiz olur sorusunun öncelikli cevabı, kendisiyle okulu yeniden inşa edeceğimiz hikmetli bir şey olacaktır.