Rahmetli Teoman Duralı Hoca, Hz. Adem’in yasak ağaca yaklaşması ve akabindeki olanlarla ilgili kutsal metinlerdeki anlatımlardan özenle bahsetmişti televizyondaki bir sohbetinde. Batı kültüründe, Eski Ahit’teki anlatımın etkileyici bir yeri olduğunu vurgularken, insanlığın Tanrı vergisi en temeldeki hissedişlerinden biri olan utanma duygusundan Tevrat’ın Tekvin Kitabı’ndaki olabildiğince çarpıcı sahne bağlamında söz etmişti.
Rabb Tanrı, Aden’deki bahçeye koyduğu Adem’e, Bahçe’de istediğin ağacın meyvesini yiyebilirsin ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün diye buyurur. Sonra Yılan, bu ağaç hakkında Havva’ya, kesinlikle ölmezsiniz çünkü Tanrı biliyor ki, o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz açılacak, iyiyle kötüyü bilerek Tanrı gibi olacaksınız der. Böylece Havva, ağacın güzel, meyvesinin yemek için uygun ve bilgelik kazanmak için çekici olduğunu görür ve meyveyi koparıp yer. Ardından yanındaki kocasına verir o da yer. Akabinde olanları Kutsal Kitap şöyle anlatır: “İkisinin de gözleri açıldı. Çıplak olduklarını anladılar. Bu yüzden incir yaprakları dikip kendilerine önlük yaptılar. Derken, günün serinliğinde bahçede yürüyen RAB Tanrı’nın sesini duydular. O’ndan kaçıp ağaçların arasına gizlendiler. RAB Tanrı Adem’e, “Neredesin?” diye seslendi. Adem, “Bahçede sesini duyunca korktum. Çünkü çıplaktım, bu yüzden gizlendim” dedi. RAB Tanrı, “Çıplak olduğunu sana kim söyledi?” diye sordu, “Sana meyvesini yeme dediğim ağaçtan mı yedin?”
Evet, Teoman Duralı Hoca’nın dediği gibi burada ilk dikkat çeken şeylerden biri Adem’deki utanma duygusudur ki bu insanlığın ortak mirasıdır. Hz. Peygamber’in “utanmadıktan sonra dilediğini” yap deyişindeki hikmet de buradadır ihtimal.
Bu anlatımda bizim dikkatimize sunulan başka bir hikmet ise çıplaklığın farkına varışın, yaklaşılması yasaklanan ağaçla olan ilgisidir. İyiyi ve kötüyü bilme ağacından yemek yasaklanmıştır. Bu, ilk insanın eğitimi ve terbiyesinin başlangıç ve en temel aşamasıdır muhtemelen. Ne çare ki bu terbiye yolu, gereğince takip edilmemiş yoldan çıkılmıştır. Utanma duygusu ve onun işaret ettiği bilinç insanda verilidir. Tanrı vergisidir o. Onun ilişkilendirildiği şey yani çıplaklığın bilinmesi ise yasaklanan ağacın meyvesidir. Bu nokta, modern çağın her türden yaklaşımınca reddedilmiş olsa da insanın bir özünün, mayasının, Tanrı vergisi bir doğasının- ki İslam inancı gereği bütün bu niteliklere fıtrat diyebiliriz- bulunuyor oluşunun altını çizmektedir. Her türlü eğitim ve terbiye işinin zemini tam da burasıdır.
Yasaklanan ağaç, esasen ölümsüzlükle ilgilidir. Tanrı gibi olma hevesi de onun ölümsüzlüğüne öykünmedir. İnsan ise ölümlü yaratılmıştır. Nesiller, birbirinin halefi olarak yeryüzündeki serüvenleri boyunca doğarlar, ölürler ve fakat Tanrı gibi sonsuz olma arzusu da insanın mayasında vardır. Ana hatları ile bu anlatımdaki unsurlar farklı tezahürleri ile bütün eski medeniyetlerin mitolojik efsanelerinde ve inanışlarında yer alır. Bu insanlığın ortak hafızasıdır.
Kur’an-ı Kerim’de bu anlatım ana hatlarıyla benzer şekilde yer alırken önemli bazı özgün tarafları ise insanlığın ortak hafızasındaki bu hayatî olayın üzerindeki sır perdesini aralamakta ve tarihin derinliklerinden gelen tozları temizlemektedir. Bu konuyla ilgili bazı ayetler şöyledir; “.. sadece şu ağaca yaklaşmayın; sonra ikiniz de zalimlerden olursunuz” (Bakara, 35); Şeytan ise şöyle der: “Rabbiniz başka bir sebepten dolayı değil, sırf melek olursunuz yahut ebedî kalıcılardan olursunuz diye şu ağacı size yasakladı” (A‘râf, 20); “Ey Âdem! Sana ebedîlik ağacını ve yok olmayacak bir hükümranlığı göstereyim mi?” (Tâhâ, 120). İslam inancına göre Adem ve Havva’nın hatası insanlık için bir aslî günah olarak kabul edilmez. Yine de insan soyu artık o bahçede yaşamayacaktır. Bu ilk insanın hatasının sonucudur. “Haydi, birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin! Siz orada belli bir zamana kadar kalacak ve ondan faydalanacaksınız” (Bakara, 36) ifadesi inişin sonuçlarını açıklamaktadır. İnsanlar arasındaki düşmanlık bu hatanın ve inişin eseridir ve dünya hayatında aşılması gereken engellerden de biridir. Fakat diğer kutsal metinlerde vurgulanmayan bir husus Kur’an-ı Kerim de özellikle dikkat çekicidir; “Yalnız size benden bir hidâyet geldiği zaman kimler
benim hidâyetime uyarsa artık onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir” (Bakara, 38). Düşmanlığı aşmanın yolu Yaratıcı’dan gelen hidayete uymaktadır. Aden’deki bahçede başlayan terbiye süreği böylece dünyada farklı ve zorlu koşullarda devam edecektir. Yine de bu terbiye süreğini mayalayan şey ise Tanrı vergisi öz ve yine Yaratıcı’nın insana verdiği ilke ve ülkülerdir. Bu verili esaslardan “töre” neşet edecektir.
Eğitim, insanın ilk yaratılışındaki aslî yüceliğe ulaşmak gayesi ile bu dünya koşullarında ardı ardınca gelen ve birbirinin halifesi olan nesillerin “töre”ye uygun terbiye edilişlerinden ibarettir. Bildiğimiz diğer bütün eğitim, öğretim türleri ya da tarzları, bu ilk ve aslî terbiye süreğinin kimi zaman bozulmuş, kimi zaman tahrif edilmiş, kimi zaman tersine çevrilmiş, kimi zaman dallanıp budaklandırılmış hallerinden başkası değildir.
İlk insanın, Hz. Adem’in meleklere bile üstünlüğünün boyutlarından biriydi, varlıkların adlarını söylemesi, onlara ad vermesi. Bir şeyi nasıl adlandırıyorsak ona göre var ediyoruz aslında. Artık eğitimi aslî nitelikleriyle adlandırmanın zamanı çoktan geçip gitmiş olsa da biz eğitimi ve terbiyeyi olması gerektiği gibi tanımlamalıyız ki ona göre bir eğitimimiz olabilsin diye çabalamak için bir dayanak noktamız olabilsin.
O halde tanımımızı tekrar edelim; “Eğitim, edep ve erkan üzere yaşayabilme yetisinin kazanılabilmesini temin eden sürektir.” Bu “töreli eğitim”dir.
Eğitim, Adem’in Bahçe’de varedilmesiyle başlamıştır, ağaca yaklaşma yasağı, yasağın çiğnenmesi, Tanrı vergisi fıtrat uyarınca Dünya hayatının tecrübe edilmesi bu terbiye yolunun belirli aşamalarıdır. Adem peygamber örneğinde anlatılan bu olaylar dizisi esasen herbir insan için de kendi hayatında tekrarlanmaktadır bir bakıma. İnsanın dünyaya doğumuyla birlikte belirli bir yaşa kadar sanki cennet bahçesinde gibi yaşar ta ki iyi, kötüyü bileceği, hayatı ve ölümü, ölümlülüğü farkedeceği zamana kadar. Herman Hesse’nin Siddartha’sının hastalık ve ölümle yüzleşmesi gibi, çocukluktan çıkış Bahçe’den çıkarılış misali insanı zorlu dünya hayatına mecbur eder. Artık fıtratına uygun bir terbiye süreci ile o cennet haline ulaşmaktır temel gaye. Bu gayeye ise ancak Tanrı’nın rehberliği ile ulaşılabilir.
Erenlerin irfan geleneğinde denildiği üzere “yol bir, sürek bindir”. Yol ve gaye Tanrı katına, yaratılışın ilk haline, o bahçe ile temsil edilen ahvale ve bilince ermek ise bu yolda gidişin tür ve tarzları da başka başka, türlü türlüdür. Burada önemli olan edep ve erkanın yürütülebilmesidir.
Farklı dinler, kültürler, medeniyetlerde bu yol ve türlü sürekler ortaya çıkmış ve fakat aynı hakikati yansıtmış ve aynı hakikati aramışlardır. Bütün efsaneler ve mitolojiler, kutsal metinler; doğum, ölüm, mükemmellik halinden uzaklaşma, bilinç kazanma gibi temel unsurlar zemininde insanın erginlenmesini anlatırlar. İnsan, düştüğü şeyden olması gereken şeye dönüşmelidir. Bu esasen esoterik inisiyasyondur. Özellikle modern dönemin eğitimleri ise zaten bu inisiyasyonun tersine çevrilmesi, tahrifli bir taklidi, bozulmuş bir çeşididir. Sözde ilerleme, teknolojik ve ekonomik kalkınma ya da gelişmeyle ilişkilendirilmiş başarı fikri bu noktada bizi ayartmamalıdır