Yakın zamanda TRT 2’de yayınlanan ve rahmetli Teoman Duralı Hocaya ithaf edilen “Kökler” belgeseli tarifsiz anlamlı bir şey yapmış, bir unutuşu bize hatırlatmıştı. Bin yıllar boyunca sözlü gelenekte aktarılagelen ve böylece bir milleti inşa eden efsaneleri, destanları yani kökleri gündeme taşımıştı. Eğitimin esaslarından biri olması lazım gelen, kökleri oluşturan bu metinler bırakınız eğitimi, edebiyatı, sanatı, güncel hayatta da çoktan unutulup gitmiştir. Ne müfredatta anlamlı bir yeri vardır köklerin ne medyada. Köksüz bir millet gibi yaşayışımıza uygun düşüyor aslında bu durum.
Kimileri bu durumu Türklerin müslümanlığı benimsemesiyle ilişkilendirerek ciddi bir haksızlık ve cehalet örneği ortaya koymaktadır. Oysa Kur’an-ı Kerim’de öğretilen zaman ve tarih anlayışı bakımından geçmişe bakıldığında, yaratıcıyla, tek Tanrıyla ve elçileriyle ilişkisiz bir zaman diliminden ve topluluktan bahsedebilmek oldukça güçtür. Her kavme elçi gelmiştir ve yine Kur’an-ı Kerim’in açıkladığı üzere ilk insandan ve ilk peygamberden bu yana da elçilerin hepsi İslam’a çağırmıştır. Buna göre yeryüzünün herhangi bir yerindeki akıl ve bilinç sahibi her topluluğun peygamberi olmuştur ve ezelden bu yana tek Tanrı inancı söz konusudur. Bununla birlikte burada farklı coğrafyalarda ve farklı zaman dilimlerinde yaşamış toplulukların inanışları hakkında bir aynılıktan bahsedilmediği vurgulanmalıdır.
Türlü topluluklarda ve türlü zamanlarda olabildiğince farklı inanışlar, hayat tarzları, yaratılışla ve insanla ilgili anlatışlar ortaya çıkmıştır. Burada önemli olan şey bu tezahürün yeri ve zamanına bağlı çeşitlilikten kaynaklanan farklılıklar değil tezahüre kaynaklık eden özdür. Kaldı ki sembolik bir dille insana “bilmediğini” anlatan, başka türlü asla bilemeyeceği ve kavrayamayacağı, künhüne vakıf olamayacağı hakikatleri öğreten efsaneler, destanlar, mitolojik öyküler ve kutsal yazılar, kelimelerinin ardındaki ortak hikayelerle bu özü hakkıyla yansıtmaktadır.
Bir aileye, boya, buduna, ulusa ya da millete mensup olmak, binlerce yıl boyunca işlene işlene oluşmuş bir kültür ikliminin parçası olmak reddedilmesi ya da aşılması gereken bir yük değil aksine Tanrı vergisi bir zenginliktir. Yine Kur’an-ı Kerim’de açıklandığı üzere insanların kabileler, topluluklar halinde var edilmesi birbirlerini tanısınlar, bilsinler diyedir. Her topluluğun ayırdedici özellikleri bu tanışmaya rehberlik edecektir. Bununla birlikte bu tanıma sürecinin temel basamağı ise kendini tanımak olacaktır, bir topluluğun, bir ulusun ya da kabilenin mensubu olarak kendini. Tanrı vergisi hazine buradadır.
Bu bahsi fazla uzatmadan anmış olduğumuz “kökleri” unutuşumuzun asıl kaynağına işaret edelim. Bu unutuş büyük ölçüde tüm varlığımıza sinmesine “izin” verdiğimiz modernci-ilerlemeci anlayışın eseridir. Buna göre efsaneler, destanlar ya da kutsal yazılar artık geride kalmış bir çağın ürünleridir, insanlık çoktan onları aşıp geçmiştir.
Neyse ki unutuşumuzun büyüklüğüne rağmen Anadolu’da yaşayan insanların irfanında ve hayatında köklerin, giderek soluklaşmış, asıl anlam ve işlevleri unutulmuş olsa da bir şekilde varlığını koruyan izleri henüz mevcuttur. En basit örnekleriyle ateşe saygısızlık etmek ayıp biliniyorsa, kapının eşiğinde durmak hoş karşılanmıyorsa, şeytana kör şeytan deniliyorsa, gece tırnak kesilmiyorsa… bunlar köklerin, zayıf da olsa köz halinde yaşadığını gösterir. Bu tür şeyler günümüz için biraz tuhaf, biraz hurafe, anlamsız görünüyorsa bunun yegane sebebi almış olduğumuz toplumsal evrimci ve ilerlemeci eğitimdir. Kendi dinimizi de bu pencereden anlamaya başladığımızın farkında bile değiliz. Bu yanılgıları bir kenara bırakarak kökleri hatırlama, yeniden anlama ve tabir etme ödevimizi yerine getirmeliyiz.
Yaratılış efsanelerinin eğitim bakımından anlam ve önemine işaret etmek gerektiğinde elbette Altay Yaratılış Destanı’na özel bir yer vermek gerekecektir. Özellikle bu destandaki anlatış, hakikati bizim köklerimizden, “biz’ce” ifade ettiği için bunu yapmalıyız.
“Sularla kaplıydı her yer, ne gök vardı ne de ay ne güneş ne de bir yer” diye başlar Altay Yaratılış Destanı. Bütün geleneksel medeniyetlerin efsanelerinde olduğu gibi kaynağı, ezeli, yaratılışın mayasını temsil eden suyla söze girilir. Ülgen ve Erlik büyük deniz üzerinde uçup duruyorlardı diye devam eder destan.
Evrenin, dünyanın ve insanın ortaya çıkışı, evrenin, dünyanın ve insanın ne için yaşayacağının, hayatının gayesinin de ifadesidir. Atalarımız, bu sebeble yaratılış öyküsünü sözden söze aktarmış ve yaşatmıştır. Bu, bütün kültürlerde görülen “ilk-eğitim”in tezahürüdür. Diğer öğrenmeler ise bu eğitimle ilişkili olduğu nitelikte anlam kazanır.
Ülgen ve Erlik’in neden yaratılış sürecini başlattığının, zahir ve batın bakımından neyi temsil ettiklerinin anlaşılabilmesi bahsetmiş olduğumuz eğitim bakımından hayatî bir öneme sahiptir. Aynı zamanda yaratılış öykülerinin, sadece olmuş bitmiş bir şeyi, doğrusal ilerleyen bir zaman çizgisinde geride kalmış bir durumu anlattığının düşünülmesi bizi yanılgıya düşürecektir. Bu anlatımlar halihazırda olmaya devam bir akışa bizi dahil etmektedir. Okuyucu, Ülgen de Erlik’te ya da Törüngey’de ve Ece’de kendini bulacaktır, bulmalıdır.
Ülgen, denizde üzerinde bir insanı andıran kil tabakası bulunan toprak parçasına bakar ve bu cansız toprak “Kişi” olsun der ve adını Erlik koyar. Orada bıraktığı Erlik sonra Ülgeni bulur. Erlik’i yanına alan Ülgen onu kardeşi gibi yapar. Bir süre sonra Erlik, Ülgeni kıskanmaya başlar ve ben de onun gibi olmalıyım diye düşüne düşüne düşman olur Ülgen’e. Buradaki yaratım, merhamet ve kıskançlık ve de taşkınlık bütün bir insanlığın serüvenini özetleyerek yaratılışı başlatır gibidir. Ülgen daha sonra insanları yaratır. Bir ağacın meyvelerini yemelerini yasaklar ancak Erlik onları aldatacaktır.
Erlik’in başaramadığı, insanların ayaklarının tökezlediği bu terbiye süreci böylece başlamış olacaktır