Derûnumu nâr-ı firkat dağladı
Cûşa geldi can dîdesi ağladı
Etrafımı gam leşkeri bağladı
Kat’oldu tarîk-i selâmetimiz
Tokatlı Gedâyî
Asırlarca, üç kıta yedi denizde akından akına at koşturup ter atan ulu cedlerin vârisleri, hiçbir gücün kahrına râm olmadı! Rükûdışında eğilmedi! Eğebilen de çıkmadı! An geldi cephe cephedolaştı! İkrarında sadık olarak, yedi düvelin alayının üzerine geldiğine çok şahit oldu!
Ulu kocaların dilince tebellür eden cenk nağmeleriyle çoştu, derdini haldaş, aşkını yoldaş bildi… ve uğurlandı!
Cenk bu! Gayrete memurdu sadece! Sefer ebediyetedir! Bunu bildi, bunu söyledi! Plevne’de Moskof’un karşısında destanlar yazdı! Felek sillesini ağır vurmuş ne yazar! Ama o gün söylenen dilbesteler kulağında hep yankılandı!
Vatanını Anadolu’dan ve Rumeli’den ibaret iki parça bildi hep! Tuna’nın bizim tarafta kalan kısmının şehid düşmesine öyle yandı ki! Söz sükût etti! Mânâ veremedi bu yangına! Serdengeçtiler, ikbâl zamanlarının hasretiyle dağlandı!
Akıncı türküleri dilinden düşmedi hiçbir zaman! Yetmiş bir kavme akın çıkaran atalarının yâdıyla, şahin yuvasını kargaların sarmasına içerledi!
Ve öyle bir an geldi! Belâ sağanak hâlde yağdı adeta! Küre-i arzın daha bir benzerini görmediği Çanakkale’de, çehrelerin, lisanların, derilerin rengârenk oluşuna aldırmadan, bir iman kal’asıoldu küffar karşısında! Şehid oldu ama geçit vermedi!
Zalimler, kanını döktüler, canını çok yaktılar! Gençliğim eyvah! deyip kendisine gün yüzü göstermeyen, umutlarını söndüren, hayallerini tüketen, tek dişi kalmış canavarlara âh okları ile bir sefer daha taarruz etti!
Çok çile çekti! Gâh bir dağ ayazında, gâh bir çöl sıcağında kavruldu! Ne yaptılarsa tüketemediler! Düşmana geçit vermedi, gerisin geri gönderdi hepsini!
İşte gökkebbenin altında, al kan içinde yatan ve bu topraklar için can veren o erlerden, taş türbeye girmeyen o velî kullardan, gufrana bürünmüş bir azız Mehmed’in hikâyesi:
İsmail olmak, adanmışlık mesleğidir ve adanmışlık dahi, bütün benlikten sıyrılıp maksudun ve matlubun hâlesinde ruhî bir kıvamla nasiplenmek demektir.
İsmail tahtında adanmışlık, kurban olmaktır. Kurban olmak da kurbiyyet yani yakın olmak, yakınlaşmak ve tecellîsinde onunla olmak, onda erimek gibi ihsan makamında bir dereceyi ifade eder. Her şeyden evvel bu bir şuur meselesidir. Hükmünce amel etmek gerekir. Böyle bir amelde ise asla ve kat’a söz yoktur. Kelâma ruhsat verilmemiştir. Esasında candan geçilen bir makamda, söz dahi lüzumsuzdur. Arzu dost’a kavuşmak olunca, aşktan gayrı bir nesneye rağbet olmaz!
Nefsanî hiçbir süflîliğe yer olmayan adanmışlık şuuru, mukaddes ve sahih bir iman manzumesi altında asûde bir iklimin can bahşeden rayihasını saçmaktır.
Bir Mehmed’in gözünü kırpmadan ercesine gösterdiği yiğitlikle, bu arslanın hayata merhaba demesinin vesîlesi aziz ve asil bir ananın ciğerparesini ısmarlamasını ancak bu has daire içinde anlatıp anlayabiliriz. Eğer nasibimiz varsa tabiî!
İsmail ya da adanmış olmak, bu mânâ ve istikamet üzre bir bahttır! Ve şehadet de, bu kavil üzre bir maneviyat saltanatıdır!
Sonsuzluk ufkunun maneviyat sultanlarının ardı sıra, kalanların, o kurbiyyet nazlılarının hatıralarına hürmeten döktükleri gözyaşı muhabbet ve merhametten doğan ayrılığın verdiği acının eseridir sadece! Onların fizikî yokluklarına alışamamanın ıstırabıdır yaşanan hüzün! “Kalp hüzünlenir, göz ağlar; ben de bir baba değil miyim.” fehvasınca bir mahzunlukla sürmeli gözlerden sökün eden yaş, adanmışlardan ayrılığa mânâ vermenin bir zuhurudur!
Anadolu’da Türkmen’in hayat sırrı, imanın ziynetlendirdiğitöresinde gizlidir! İşte bu aidiyetten bir rükün…
Töre hükmünce, kına yakılır ve bir nişan konur. Nişan konulan diğerinden ayrılır.
Kına yakmak suretiyle vurulan nişan üç türlü olur:
Birincisi: Kurban edilecek koça kına yakılır. Kınalanmış koç, diğerlerinden ayrılır. Bu koç adanmıştır, Hak yoluna!
İkincisi: Gelin, baba ocağından çıkarken kına yakılır. Gelinin eline bir nişan konur. Evine, erine, çoluk çocuğuna kurban olsun diye!
Galiba kızın eline kına yakarken, nasihatını yapıp yolcu eden ana-babanın şuuru aksediyor ve Türk anasının fedakârlığının temellerinden birisi burada ortaya çıkıyor!
Üçüncüsü: Bir kına daha var ki, o kına da dahil olduğumuz kültürel devamlılığın harîm-i ismetinde şekillenen bir varoluş emaresidir. Asker kınasıdır!
Mehmed’i askere giderken anası kına yakar. Mehmed’e bir aziz nişan konulur. Hak yolunda vatanına kurban olsun istenir.
Bu kına ile o mübarek ana, bir de tembihte bulunur: “Olur ya hani! Beşer iktizası, yakışmayan bir iş eylemeyesin, ak sütüm sana helâl etmem sonra!” diye ana şefkatiyle oğulcuğunu daha ağır bir tehlikeye karşı müdafaa etmek ister!
Kınanın töresi budur…
Bundandır ki Mehmedler, adanmıştır ve kınalı gönderilmiştir cepheye!
İşte bu kınalı adanmışlardan birinin tahkiyesi…
Zamanın en zor kavşağı olan Birinci Cihan Harbi’nde en çetin muharebelerin olduğu Çanakkale Cephesi’ndedir yaşananlar!
Çanakkale, 3 Kasım 1914’de atılan ilk bomba ve 9 Ocak 1916’da sıkılan son kurşun ile, bir hesaptan metrekareye altı bin merminin düştüğü, 14 ay, 6 gün gece gündüz süren bir muharebedir.
Her günü ile bir mahşer!
Bu mahşerî devrin her gününün hâlâ Anadolu’da hatırası tazedir. Taze hatıralar arasında mutlaka kınalı kuzu hikâyeleri anlatılır. Memleketin pek çok beldesinde, oranın bir evlâdı adına anlatılan kınalı kuzu hikâyelerinde ufak tefek farklılık göze çarpmakla birlikte, hepsinde mevzu birliği vardır…
Bozok’a yani Yozgat’a ait olanı ise daha bir sarıyor benliğimizi!
Yozgatlı bir adanmışın tahkiyesinde, bir aziz ananın muazzam bir iman ile dopdolu olarak verdiği nasihatın, ondaki yüksek idrâkinkalpleri titretmesine şahit oluyoruz…
Yozgat’ın şimdi Sarıkaya, vaktiyle Sorgun Kazâsı’nınKarayakup Köyü’nden Mustafa oğlu Hasan, IX. Tümen, III. Tabur, I. Bölük eratından, “çehrelerin, lisanların, derilerin rengârenk olduğu, vahşetlere denk bir taifenin belâsına” karşı duranlarla beraber saf tutan bir kahramandır Çanakkale Cephesi’nde!
Cepheye uğurlanırken, anası Hasan’ın saçlarına ve ellerine kına yakmıştır. Artık Hasan, kınası yakılmış bir adanmış sıfatıyla Seddülbahir’dedir.
Hasan nazlımdır, mahcup edalıdır. Hem tavırları hem kınasıyla eratın arasında seçilip çıkmaktadır!
Şu var ki Hasan, kendine yakılan bu kınanın ne mânâyageldiğini bilmemektedir. Anası ciğerparesine etraflıca kınanın ne olduğunun şerhini yapmamıştır: “Kuzum Askere gidene kına yakılır.” demiştir, o kadar…
Hasan: “Anam bir iş eylediyse muhakkak bir hikmeti vardır.” deyip üstünde durmamıştır bile. Çünkü o teslimiyet tahtında oturmaktadır, farkındadır…
Hasan birliğinde “Kınalı” diye çağırılmaktadır. Efendiliği ile kısa sürede sevdirir kendisini.
Daha cepheye yeni siftah demişken, Hasan’ın bağlı olduğu birlik, içtima için bir araya toplanır. Tabur Kumandanı Binbaşı Mahmud Sabri Bey içtima alır ve kısa bir nutuk irad eder. Bu sırada olacak ya saçları kınalanmış Hasan gözüne çarpar. Binbaşı, Mehmedçiği yanına çağırır. Hasan koşar varır kumandanının yanına. Tekmilini verir: “Mustafa oğlu Hasan, emredin kumandanım.”
Mahcup edalı bu cennet fedaisine kumandanı: “Evlâdım, senin saçların neden kınalı. Nedir bu kınanın mânâsı?” diye suâl eder.
Ne cevap versin garip Hasan. Mahcubiyeti artar sadece: “Kumandanım, anam gelirken yaktıydı. Bilmiyom niye yaktığını.” diyebilir, o kadar…
Tabur Kumandanı: “Pekâlâ öyleyse evlâdım. Mektup yazdığında bir sor bakalım anana. Ne demekmiş biz de öğrenelim. Benden de selâm söyle.” der.
Hasan, kumandanına tekrar bir selâm çaktıktan sonra koşarak tekrar yerine döner.
Hasan, emri alır durur mu? Mekteb-i Tıbbiye talebesi Kastamonulu Şükrü’ye mektup yazdırır. Mektubunda selâm eder tüm sevdiklerine. İyilik ve sıhhat haberlerini verir. Hayır dua ister. Kardeşleri Ramazan, Ali, Safinaz ve Cavit’in de mahsus selâm ile gözlerinden öper. Saçına yakılan kınanın ne mânâya geldiğinin muhakkak bildirilmesini, cevap verememekten dolayı kumandan karşısında mahcup duruma düştüğünü söyler. Bilhassa anasına: “Kardeşlerimi de askere uğurlarken başlarına kına koyma. Bak, kumandanım suâl etti, cevap veremedim. Kardeşlerim de cevap verememek yüzünden mahcup olmasınlar.” diye hususî arzusunu beyan eder.
Ve mektup postaya verilir.
Aradan epeyce bir zaman geçer.
Çanakkale’de mahşer kurulalı çok olmuştur. Her taraf can pazarıdır. Kınalı Hasan o meşhur 11 Mayıs 1915 çarpışmalarında şehid düşer.
Karayakup’ta bulunan ailesinin ciğerpareleri Hasan’ın şehiddüştüğünden haberleri yoktur.
Nice sonra Hasan’ın yazdırıp yolladığı mektubun cevabı gelir Çanakkale’ye. Mektup Hasan’ın taburuna ulaştırılır kendisine verilmek üzere. Hasan şehidtir, mektubu götürüp tabur kumandanına verirler.
Bu aziz hatırayı sonraları yazdığı hatıratta anlatan Binbaşı Mahmud Sabri Bey, açıp okur mektubu. Hani er mektubu, görülüyor ya!
Mektup, Hasan’ın babasından gelmektedir, Halim oğlu Mustafa imzasıyla…
Mektupta, ailesinin iyilik ve afiyet haberleri verildikten sonra Hasan’a dualar sırlanmıştır, anasının ve kardeşlerinin mahsus selâmları ile birlikte. Ayrıca, Hasan’ın anasına suâlinin de cevabı yazılıdır.
Anası şöyle yazdırmıştır: “Ey oğlum! Gözümün nuru Hasan’ım. Zabit Efendi’ye selâm söyle. Sen bizim İsmail’imizsin! Seni biz Allah yoluna kurban gönderdik. Nasıl ki kurbanlık koç kınalanır ve öylece kurban edilirse, ben de senin saçlarına öylece kına yaktım!”
Binbaşı Mahmud Sabri Bey, mektubu okurken gözyaşlarına mağlup olur, çünkü Hasan’ın şehid düştüğünden haberdardır.
Hasan’a, adanmış bir İsmail olduğu anası tarafından ifade nasip olmamıştır. Kim bilir ne hikmetler gizlidir!
Çok geçmez, Yozgat’ın Karayakup Köyü’ne Hasan’ın şehadet haberi gelir. Malûmu ilâm eder o kadar…
Kınalı Hasan’ın ardından, anasının ağzından bir ağıt yakılır:
Bir arslan büyütüp asker eyledim
Saçları kınalı harbe yolladım
Kuzum deyip Kanak gibi çağladım
Çık da gel yaramı sar Enver Paşa
Çanakkale zalım, poyraz vozular
Çarpışır orada körpe kuzular
Anaların yürekleri sızılar
Çeken bilir işim zar Enver Paşa
Böyle harp bilmedi devri zamana
Gökteki Melekler çıktı seyrana
Daha yaşı küçük kıyma Hasan’a
Bir teskere yaz da ver Enver Paşa
Gözlerim yoldaydı gelir mi diye
Düşünde görmüş de emem Şadiye
Vurulmuş Hasan’ım Hakk’a hediye
Hançer vur bağrımı yar Enver Paşa
Bu millet hâlâ Mehmedlerine kına yakmaya devam ediyor!
Kaynak: S. Burhanettin Kapusuzoğlu, Seferberlik Mahşeri-Büyük Harpte Yozgat, İstanbul 2016.