eğitim,öğretim,terbiye,talim,Meb,Üniversite,öğrenci,öğretmen,muallim,öğretim üyesi,maarif,aile,
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Ankara
Hafif Yağmurlu
21°C
Ankara
21°C
Hafif Yağmurlu
Cumartesi Hafif Yağmurlu
20°C
Pazar Az Bulutlu
20°C
Pazartesi Açık
23°C
Salı Parçalı Bulutlu
25°C

Varlık ve Oluş

İnsan kerim varlıktır ve İlâhî bir cevhere sahiptir. Âlemdeki varlıkların tamamından üstün bir şeref hazinesidir. Hazreti Sübhan’ın aziz kılıp halife makamında yeryüzü seyrine çıkmış bir vazifelidir. Rabbini bilen, ilim ve hikmet ikram edilen, düşünüp ibret alan hakikat yolcusudur. Akıl ve irade sahibi olmasından dolayı, kıldan ince kılıçtan keskin bir hat üzerinde iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru yanlış ayırımını yapan bir tercih sahibidir. Dünyanın bir imtihan meydanı oluşu da bundandır.

Yaradılışın hikmetinden haberdar, güzel ahlâklı ve yüksek karakterli olduğunda, ilim ve amel ayrılmazlığına tâbi olarak kemâl ve cemâl nasibine yola çıkabilen insan, bir sırr-ı Hak’tır.

İnsan, yaradılış gayesine uygun olarak yaşamakla mükellef olduğunun şuuru içinde, aşkla yanan, her daim anan, marifetle kanan bir Hak aynasıdır.

İnsanı tanımak, insan olmayı gerektirdiği için Hak Teâlâya vuslat yolunun en başıdır.

İnsan, farkında olmayıp cehalet karanlıklarında kıvranma sefaletine müptelâ olma keyfîliğine yönelmeyi tercih etmişse şayet; her hâline rağmen, güzel söz ve ahlâkın azameti ile tebliğe müheyyadır.

Topraktan yaratılan ilk insan ve cedd-i pâkimiz Hazreti Âdem Aleyhisselâm, vahye muhtap bir peygamberdir.

Vahiy ve peygamber, nübüvvet mektebinin mutlak terbiye edicisidir. Daha yaratılıştan itibaren terbiyeye müstehak bir varlık olan insanın; eşyanın hakikatini düşünüp idrak etmek, muhabbetullah ve marifetullah saltanatında safâ sürmek, samimiyet ve gayretle sebepler âleminin hükmünce amel etmek ve nihayet ebedî yurda selâmetle hicret etmek gibi meselesi vardır.

Yeryüzünü inşâ ederek medeniyetler filizlendirip yeşerten insan, yüz yirmi dört bin haslardan has mürebbînin uyarıcılığı ile on binlerle yılı kat etmiştir. Bazısı sapıp kaybetse de hep hakikat mürebbîlerine tâbi olma saadetine erenleri var olmuş ve bu nazlılar küre-i arzda Nâm-ı Cemîl’i yaymak için çabalamıştır.

İnsanın fânî ve bâkî hayatının künhüne vâkıf olmak evvel emirde yaratılış sırrının serlevhası olan fıtratın anlaşılmasını icap ettirmektedir.

Fıtrat, varlığın başlangıcı, ezeldeki ahitle ebediyete yürüme iradesi, iç huzurunun ve mutluluğun temin edilme kapasitesi ve insanın mâyesine katılmış bir kabiliyettir.

Fıtrat, insana yaratılışta ihsan edilmiş imkânlar bütünüdür. Her insana verilmiş bir özdür, cevherdir. İlk yaratılış ânında Hazreti Hâlık-ı Zülcelâlin insan tabiatına sırladığı Yaradanı tanıma eğilimi ve ruh temizliği gibi fevkalâde hayatî yatkınlıktır.

İnsana bahşedilmiş fıtratta; akıl, tevhidi kabul etme kabiliyeti, sevgi, çalışıp üretme gücü, hayrı kabullenme, şerden kaçınma, güzele rağbet, hakikat peşinde koşma, doğru ve yanlışı ayırma, güzele meyil, çirkinden yüz çevirme temel unsurlardır.

Fıtrat, iman-küfür, tanıma-reddetme, hidayet-dalâlet gibi anlamlar taşımaz. Çünkü dünyaya gelen bir insan, geldiği sırada ne imanı ne de küfrü kavrayabilir. Bu noktada fıtrat, yaratılış, tabiat ve mizaç bakımından temizlik ve sağlık işaretidir.

İnsan, iman ve küfrü seçecek yaşa geldikten sonra akıl ve iradesini dış tesirlerin de etkisine uygun olarak imanı veya küfrü seçer. Böyle olduğu içindir ki sorumluluk söz konusu olmaktadır. İnsan, daha baştan iman ve küfür aidiyeti içinde yaratılmamıştır. Hakkı benimseme yatkınlığı olan insan, terbiye ile hissetmeye, idrak etmeye, doğru düşünmeye ve inanmaya hazır olarak dünyaya gelir. İnsan fıtratı gereği, bilgiyi daima kullanır, işler ve geliştirir. Hayra da şerre de meyyaldir; bu iki zıtlık, tercih sonucu gerçekleşir.

Aklını kullanıp düşünen, hayır ve şer, doğru ile yanlış ayrımını yapabilen her insan, içinde yaşadığı çevrenin ve toplumun değer yargıları tevhidin hilâfına da olsa, bu etkiden sıyrılmayı başarabildiği takdirde, tevhide tâbi olacak kabiliyette var kılınmıştır. İnsan, mü’min ya da kâfir olarak yaratılmamıştır. İmana ve küfre müsait bir şekilde dünyaya gelir. İnsan, bir yaratıcının olduğunu bilecek ve bulacak yani marifetullah ikramına muhatap olacak durumda yaratılmıştır.

Akıl, mutlak bir Yaratıcının varlığını bulup kabul edebilir. Çevresinin tesiriyle savrulursa o başka.

Aslî fıtratın hükmünce amel edemeyen insan, Allah’ın gönderdiği Uyarıcılara da kulak asmama sonucu misaktan yüz çevirir, sapar ve zâyi olur. Tevbe ederse aşağılardan aşağı olmaktan kurtulup alâlardan alâ olur.

İnsan, ezeldeki hitap gereği tevhid karşısında mutlaka “evet” cevabını verebilecek istidatta yaratılmıştır.

Fıtrat, hem insanın hem de bütün varlıkların yaratılışları itibariyle tevhide şahitlik etmesidir. Zira Allah, her şeye; birliğine, eşi benzeri olmamasına, noksan sıfatlardan münezzeh ve kemâl sıfatlarla muttasıf yüceler yücesi İlâh oluşuna şahitlik edecek belirgin izler koymuştur. Ancak cahil ve inatçılar, düşünmedikleri için bu şahitliği idrak edemez. Çevrenin tesirlerinden etkilenmeyen ve bozulmayan her insanın fıtratında, vicdanının derinliklerinde bir hak duygusu ve marifetullah gizlidir. Yalnız, irade beyanı ile ortaya çıkarılması ve terbiye ile işlenmesi gerekmektedir.

İnsanın halifeliği, istikametinin yönünün doğru/yanlış, hayır/şer olmasının sonucu ortaya çıkan amellerinden dolayı sorumlu olması iledir.

Kendine yabancılaşmaması, özünü koruması, kalbinin perdelenmemesi için uyarıcı, müjdeleyici, terbiye edici ve Hakk’a çağırıcı Peygamberler ise fıtratın korunmasına yönelik bir İlâhî ikramdır.

İnsan, akleden kalp sahibidir. İlim ve hikmetle, iyilikleri ve güzellikleri elde eder ve İlâhî teklife muhatap olmanın hakkını edâya çabalar.

Allahu Teâlâ’nın en üstün varlık olarak şekil verip Rûhundan üflediği ilk insanın vasıflarının ve neslinin, insan olmak bakımından varlığın güzîdesi sıfatıyla tebarüz etmesinin serlevhası, fıtrat gereği ihsan edilen akıldır.

Akıl, imandan da önce gelir çünkü aklı olmayanın dini yoktur.

Akıl, insan rûhuna lütfedilmiş bir nurdur. Eşyanın hakikatini keşfetmek, her şeyin olabildiği hayatı idame ettirmek, tefrik etmek, insanı ve âlemdeki nizamı anlayıp idrak etmek ve olanın hikmetini sezmek için lâzım olan bir cevher-i İlâhîdir.

Aklını kullanan, inanmış bir kul olarak kemâle aşinâ insanın, gelişen kabiliyetine de akl-ı selîm denir ve bu cevher, sahibinin şerefini arttıran amellere yol açar. Tabiî ki aklın bir sınırı vardır. Başından teslimiyet gerektiren iman ve gayb meselelerine karşı, durmak ve teslim olmak durumundadır. Esasen metafizik olanın görünmeyen alanın anlaşılıp idrak edilmesi akl-ı selîm sayesinde olduğu için teslimiyet de akıl gereğidir. Ancak aklı olanın dini vardır.

İnsan, aklını kullanmakla mükelleftir. Bu da, yaratılış hikmetine denk düşecek şekilde terbiye, ilim ve tecrübeyle kaimdir.

İnsan, kalp/gönül sahibidir. Yetiştiği takdirde, fizik ve metafizik alana dair bakışı ve anlayışı keskinleşir. Baş gözü ile can gözü birleştikçe ötelere bakabilir. Akleden kalp sahibi olur. Şayet olursa dünya ve ahiret saadetine muhatap, olmazsa da dalâlet ve sapkınlığa müstehak olur. Her ne kazanmış ve başına ne gelmişse hep elinin emeğinin karşılığıdır.

Rûh parlayıp dimağa yansıyınca akıl tecellî eder. Akıl da nurunu gösterince düşünce/tefekkür ortaya çıkar.

Düşünce, muhakeme ile tahlil ederek kavramak ve bir kanaate ulaşmak demektir.

Düşünce, aklın ibadetidir. Kalp ancak bu ibadetle hayat bulur. Bu ibadet; her nazarı ibret, her duyguyu basiret, her sözü hikmet, her ameli sâlih kılar.

Düşünceden/tefekkürden payını alamayan kalp yorulur ve karanlıklara gömülür.

Düşünce, bir konu/nesne ya da şey hakkında imâl-i fikr etme ameliyesidir. Araştırıp ortaya çıkarmak, muhakeme etmek, geçmişin muhasebesini yapmak, geleceği inşâ için temel atmak, işin sonunu daha başta hesap etmek ve tedbir almaktır.

İnsan/kul için, aklını kullanmak ve düşünmek vaciptir/mecburiyettir.

Din, fıtrat ve akıl gereğidir. İnsanın İlâhî teklife muhatap kılınmasında, fıtrattan gelen kabiliyetler arasında bulunan kutsalı yani dinî olanı bulup kabul etme yatkınlığı söz konusudur.

İnsan, başıboş bırakılmamıştır. İlâhî vahye muhatap olması, ona Rahman’ın yardımı ve lütfudur.

Bir, eşi benzeri olmayan, her şeye kadir, kullarına ve mahlûkuna karşı merhametli Allah; hayatın ıslah edilip arındırılması, tevhidin ikame edilmesi ve ahiretin varlığının hatırlatılarak oraya hazırlık yapılması için Nebevî Rehberler göndermiştir. İşte bu kutsal mürebbîlerin getirdiği uyulması mecburî nizama din denir.

Din, insanın Yaratıcısıyla ve diğer varlıklarla münasebetlerini düzenleyen İlâhî kanunlardır. Fertlerin bir arada topluluklar hâlinde yaşamasını temin eden en önemli müşterektir. İlk insan ve ilk peygamberden itibaren dinin adı İslâm’dır.

İslâm, Hak dindir. Kurtuluşa ermek, boyun eğmek, teslim olmak, vermek, barış yapmak, bağlanmak, itaat etmek, sadece doğruya ve Hakk’a uyma anlamına gelir. Beşerin en üstünü, Peygamberlerin sonuncusu ve hep bir önceki tarafından müjdelenen elçi, rahmetin ta kendisi, güzel ahlâkı tamamlamak üzere gelen rehber, Kâinatın Efendisi, âlemin yaratılış vesilesi Resûl-i Ekrem Efendimizin bütün insanlığa getirdiği ebedî kurtuluş reçetesidir.

İslâm, Kur’ân-ı Azîmü’ş-şânın ve şerhi hükmündeki Sünnet-i pâk-i Nebeviyyenin merhamet, mehabet ve ihsan kubbesi altında; kişinin, lehinde ve aleyhinde olan her ne varsa bilmesi ve hükmünce amel etmesi, doğru itikat ve muhabbetle ahlâk ve hukuka tam tâbiyetidir.

İslâm, dünya ve ahiret saadetidir. İlim, irfan, marifet ve hikmettir. Haza rahmettir.

Fıtrat dini olan İslâm, kişiyi insan eyler, insanı kâmil eyler, kâmil olan da güzel görüp güzel eyler. İslâm gönüllere hitap eder. Vahdet sarayına gönülsüz girilmez çünkü. İşte bundandır ki İslâm’la dirilen insanın gönlü pâk, yüzü aktır…

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.