Balkanlar, bizim ikbâl ve idbâr zamanımıza şahit olmuş bir saha olarak, adından mülhem, baldan ve kandan mürekkep bir hatıralar yumağıdır. Akından akına at koşturan akıncı cedlerin, nâm-ı cemîli dillerinden düşürmeden zuhurat ve fütuhatla gönüller açtıkları, özü pâk, yüzü ak ve gözüpek mânâ erlerine mekân olmuş bir aziz diyardır. İslâm’la hayata destur almış hakikat yolcularının, sîne hakkettiği; düstûru Hak olan kametlerin, celâlden cemâle pür-marifet ve pür-safâ himmetlerinin ufukları kuşattığı bir Dârü’s-Selâm, bir Dârül-Emân ve bir Dârü’l-Fütûh eylediği Dârü’l-İslâm’dır.
Ecdadın Rumeli dediği Balkanlar, Türkçe bir kelime olan ve dağlık bölge mânâsına gelen Balkan kelimesinden başlamak üzere, dili ile dîni ile varlık sahasındaki zuhuratları ile biz olan, bizden olan bir bölgedir.
Hayfâ ki, Devlet-i Aliyye’nin her hâlinin şahidi Balkanlar’da, devlet güneşinin gurûbundan sonra sîneler dağlanmış, hânüman târumar olmuş, salîbin Hilâl’e galebe çalmak için beşer tâkatinin çok üstündeki ezâsına ve cefâsına maruz kalınmıştır!
Ahmet Hamdi Tanpınar, “suyun öte yakası” diye avamın diline pelesenk olan lakırdıya inat, yüksek bir idrak eseri olarak ufukları kuşatan bir vatan telâkkisi ile hakikati şöyle tebarüz ettirir: “Rumeli, Tuna’nın bizim tarafta kalan şehit anavatan parçası!” Mesele bütün kuşatıcılığı ile budur esasen!
Tafsilat, cümlenin malumudur! Varsın olsun! Hangi kuvvet ve kudretin kahrına râm olmuş ki Rumeli’nin Hamza duruşlu, hilâl kaşlı, gül bakışlı efradı! O Evlâd-ı Fâtihân’dır ve hep efendidir! “Bu da geçer yâ Hû!” demenin sırrına agâh olarak her dem yeniden doğmuştur! Güzel görüp güzel eylemiştir! Rumeli’nin/Balkanlar’ın her tarafında ve Kuzey Makedonya’da!
Tarih, düne ait hadiselerin ve hatıraların bilgisidir. Olup geçmiştir, fakat hiç geçmeyen bir vasfı var ki, fertlerin ve milletlerin peşinden gelmesidir. Bu mânâda tarih, talihtir, iyi okunması şartıyla. İnsan ânı yaşar, âtiye yürür ve mâzi peşinden gelir. Hele de bizim için, milletimiz için; Kuzey Makedonya’daki “bizimkiler” için!
Kuzey Makedonya, Üsküp’tür, Ohri’dir biraz da! Her dem, Sultan Murad Han’ın, Yıldırım Bayezid Han’ın, Paşa Yiğit Bey’in, İsa Bey’in, Yahya Paşa’nın, Mustafa Paşa’nın, Murad Paşa’nın, akıncı beylerinin, gâzîlerin, fatihlerin yâda geldiği bir aziz diyardır!
Ruhaniyetli şehir Üsküp için dilhûn olan aziz üstad Yahya Kemâl Beyatlı’nın, “çehre ve rûhuyla biz” diye vasfettiği mübarek Üsküp, “Şardağı’nda Bursa’nın devamı”dır!
Vodno Dağı, her ne kadar tepesine dikilen 72 metre boyundaki bir devi andıran haçı ile kasvet verse de Uludağ’ı andırır.
İştip, Köprülü, Resne, Debre, Pirlepe, Manastır, Kalkandelen, artık çeşitlense de her unsuru, her vasfı ile Devlet-i Aliyye döneminin Anadolu şehirlerinden farksızdır.
Rumeli/Balkanlar güzeldir, yeşildir! Kuzey Makedonya da öyle!
Balığı ile meşhur büyük bir gölün kenarında, etrafı yüksek ama yemyeşil ormanlarla kaplı dağlarla çevrili tabiat harikası Ohri, cennet-misaldir!
Ohri, ahşap Türk-Osmanlı mimarisinin bütün zarafetini yansıtan konaklarla tam bir Osmanlı şehridir her şeye rağmen! Sapanca Gölü’nün kenarına Safranbolu’yu getirip kondurursanız Ohri’yi ancak o zaman tarif edebilirsiniz!
Geçtiğimiz uzun asırlarda, bütün din ve inanç mensuplarına hayat ve emniyet hakkı tanıyan ecdadın siyaseti sayesinde kalabilmiş bir gayrı müslim topluluk yaşıyor Ohri’de. Bölgeye ruhanî merkez nazarı ile bakılıyor. 365 kilise bulunuyor irili ufaklı; her güne bir kilise düşüyor. Bazı dertler olsa da bugün de Müslümanlarla Hristiyan Ortodoks Makedonlar arasında belli bir hukuka tâbi olarak bir hayat sürülüyor. Tepedeki Fatih Sultan Mehmed Han’ın fetih hatırası kalesi ve Kale Mahallesi, 1945’e kadar tamamen Müslüman Türklerden ibaretmiş!
Ohri’de, bugün göç sonucu hayli azalmış vaziyettedir Müslüman Türk nüfus!
Utanç verici Balkan bozgunundan sonra, o diyarların elimizden çıkışının ardından Müslümanlar baskılara maruz kalmışlar. Yugoslavya’nın oluşturulup Tito rejiminin kökleşmesinden sonra sistemli bir sindirme politikası ile Müslümanlar Türkiye’ye göçe zorlanmış. Öyle ki, İslâm Birliği/Diyanet İşleri Riyasetine, baskı ile göçü teşvik amacıyla Cuma hutbelerinde Hicret’in faziletine dair hutbeler okutturulmuş. Buna karşılık ulema ise bir fetva ile karşı durmuş; “Burası Dârü’l-İslâm’dır. Her kim göç ederse, İslam’a ve Müslümanlara zarar vereceği için kâfir olur!” deyip göçü durdurmaya çalışmış. Üsküplü meşhur müderris Hacı Fettah Efendi’nin göçü durdurmak için gösterdiği çaba hâlâ anlatılmaktadır.
Ohri’de Müslümanlarla Hristiyanların asırları devirmiş birlikteliği, toplulukların karşılıklı etkileşimine sahnedir. Sweti Naum yani Aziz Naum Manastırı’nda kabri bulunan Aziz Naum’u, her iki dinin mensupları ziyaret etmektedirler. Hristiyanlar bir Ortodoks azizi ziyaret ettiklerini söylerken, Müslümanlar da Aziz Naum zannedilen kişinin aslında Sarı Saltuk Sultan olduğunu söyleyip ziyaret ediyorlar. Hristiyanlar gelip mum yakıp dua ediyorlar, Müslümanlar ise Fatiha ve Yasin okuyup gidiyorlar. Ruhî sıkıntısı olan ve çocuğu olmayıp çocuğunun olması için kabre/türbeye gelen her iki dinin mensupları niyazlarının tahakkuk ettiğine inanıyorlar.
Ohrîzâde Yûsuf Sinânüddîn Çelebi, Fatih Sultan Mehmed Han zamanının ehlidil devlet ricalindendir. Hatırası hâlâ tazedir. Türbesi ise kalenin tam ortasına çakılmış sökülmez bir çivi adeta. Artık yerinde bir büyük manastır bulunan İmaret Camii’nin önündedir.
Yakın zamanda, Sinan Çelebi Türbesi’nin restorasyonunun yapılabilmesi için ciddi bir çaba sarf edildi. Müzakerelerde, Türkiye ve Makedonya arasındaki dostluğun daha da geliştirilmesine verdikleri önemi bilhassa ifade eden muhataplarımız zorlaştırmayıp kolaylaştırmayı tercik ettiler.
Nihayet çalışmalar başladı ve bitirildi.
İş bitmişti ama mezar taşına ne yazılacağı konusunu netleştirmek gerekiyordu. Makedonya makamları ile karşılıklı olarak hassasiyetler ve çekinceler açıkça ortaya konularak sürdürülen müzakereler memnuniyetle bitti.
Bu sırada, Osmanlı döneminden kalma eserlerin olduğu deponun varlığından haberdar olundu ve hep birlikte depoya gidildi.
Yüzlerce mermer mezar taşı ve onlarca eser kitabesi bize bakıyordu. Sadece merak saikiyle mermer işçiliğinin en nadide örnekleri olan mezar taşları tek tek incelendi. Kitabeleri okundu, şiirler not edildi. Hüzün bastı ve herkesin içine aktı gözyaşı. Taşlar tek tek kaldırıldı yerden, hayli zor oldu ama taşların tamamına bakıldı.
En son bir taş kalmıştı. O da üzerine basan büyük bir baş taşının altında olduğu için güç belâ çıkarıldı. Yarısı kırılmıştı alttan. Su getirilerek yazıyı kaplayan taşlaşmış toprak yıkandı, temizlendi ve okundu. Aman yâ Rabbî! Sinan Çelebi Hazretlerinin mezar taşıydı bu kitabe. Ağladı orada bulunanlar. Muhataplara vaziyet haber verildi. Onlar da; “Orijinal taşı ise doğrusunun tabiî ki yerine konulması olduğunu” söylediler. Hamdolsun, mezar taşını bulmak fakîre nasip oldu.
Her şey kurala, kaideye ve bilime uygundu. Ruhaniyeti güçlü bir zat olan Hazreti Sinan’ın mezar taşına ne yazılsın diye telâşla müzakere edilirken, asıl mezar kitabesi çıktı ortaya!
Her konunun şahidi muhatabımız yetkilinin heyecanla: “Sinan Çelebi bir aziz!” deyişini unutmayacağız.
İşlerin sonunda mermer kitabe mezara konuldu. Sinan Çelebi Hazretlerin ruh-ı revanı şad u handan ola…
Zuhuratlı zamanlar devrederken sıra Ohri’de Sinan Çelebi Türbesi’nin resmî açılış merasimine geldi.
Türkiye’nin tüm dünyaya uzattığı dostluk eli TİKA’nın Balkanlar’da yürüttüğü projelerin ağırlık noktalarından olan Kuzey Makedonya’ya gelen Başbakan Yardımcısı Sayın Bekir Bozdağ açılışa riyaset ediyordu. Büyük bir kalabalığın iştirakiyle türbenin açılışı yapıldı.
Beyaz güvercinler uçuruldu ülkelerimiz arasında barış ve dostluğun devamı temennileri ile. Makedon dostlarımızın da katılımı ile açılış görkemli geçti. Karşılıklı dostluk mesajları verildi.
Aynı günün akşamı, XVIII. asırdan beri Ohri’yi ve Rumeli’yi irşad eden büyük velî Halvetiyye-yi Ramazaniyye’ye mensup yol büyüklerinden Pîr Muhammed Hayatî Efendi Hazretlerinin defîn-i hâk-i ıtırnâk oldukları türbe-i şerifin merkezinde yer aldığı Hayatî Tekkesi’nde de sebilin restorasyonu dolayısıyla tören düzenlendi. Sayın Bekir Bozdağ bey açılış duasından sonra kordelayı kesti.
Yatsı namazından sonra sebilde bir dost meclisi kuruldu. Muhabbetin ateşi yakıldı. Sohbette, Ohri Müslümanları problemlerini aktardılar. Yaşadıklarını anlattılar.
Vaktiyle Yugoslavya Diyanet İşleri Başkanlığı da yapan Makedonya İslâm Birliği Reisül-ulema Yardımcısı Yakup Efendi Selimoski (Allah rahmet eylesin), kaledeki İmaret Camii’nin yıktırılması sırasında yaşananları aktardı Bekir beye! Bakanımız, zaman zaman notlar alarak dinledi. Yakup Efendi, Türkiye’den gelen arkeologların raporu ile caminin yıktırıldığını gözyaşları arasında naklederek tarihe kayıt düştü, silinmemesine!
Sayın Bozdağ, Yakup Efendi’nin anlatımı sayesinde arkeologların marifetinden haberdar oldu!
Hayatî Tekkesi’nde o akşam öyle âteşîn çilelerden ve dehşetengiz dertlerden bahsedildi ki, dinleyenler dert küpü oldu adeta. Başta Bekir Bey olmak üzere pek çok kişi ağladı. Heyette bulunan ismi Eyüp olan polis memuru bir arkadaşımız: “Allah aşkına yeter Hocam! Yapmayın ne olur, daha fazlasını kaldıramayacağım! Ben Hazreti Eyüp değilim, Akdağlı Eyüp’üm yahu!” deyiverdi kısık bir sesle!
Elbette ki o gün Ohri’de şahit olunanlar, gelip geçmiştir. Fakat açtığı yara sızlamaya devam etmektedir.
Buna benzer dertler, benzersiz çileler Balkanlar’ın/Rumeli’nin her tarafında da yaşanmıştır aynıyla.
İnce bir tertip eseri yeni dertlere duçar olmamak adına, dertli olup üstün bir akılla gayret gerekmektedir! Ânın heder edilmeye tahammülü yoktur! Dünyada da bir düzen vardır. Çok çalışılmazsa, hizmet ânında götürülmezse sıkıntı artar da artar! Kahire’de bir dostumuz Hasan el-Bennâ merhumun: “İşimiz zamanından çoktur.” sözünü nakletmişti. Tam da bu işte! Hele Rumeli’de, hele de bal ve kandan ibaret Balkanlarda!
Allah (c.c.) râzı olsun azîz Burhaneddin Bey kardeşim; sadrından satırlara taşan gönül zenginliğin ve latif ifâdelerin Balkanların turkuaz güzellikleriyle bir araya gelince her cümlesi bizlerin rûhunu coşturan bir muhteşem yazı olmuş… İlhâmın müzdâd, medeniyet kültürümüze hizmetlerin dâim, yazdıkların ve yaptıkların Cennet azığı olsun inşaAllah…
Bâkî selâm, kalbî muhabbet ve duâ ile…
Dr. Mehmet Güneş