Bizim oraların (Sivas’ın) pek sevdiğim bir sözüdür bu ve muhtemelen başka bölgelerde de kullanılıyordur. Anneler, babalar evlenecek kızlarına ya da oğullarına her şeyden önce bunu söyler, böyle öğütlerler. Adeta evliliğin alfabesini bu sözlere kodlamışlardır da ondan. Burada “dört ata”dan kastedilenin anne, baba, kayınpeder ve kayınvalide olduğu açıktır. Yani derler ki yavrularına; “evlâdım, bizi nasıl biliyorsan, bizi nasıl seviyorsan, saygı gösteriyorsan eşinin anne babasına da aynı sevgiyi, saygıyı göster. Bizi nasıl incitmiyor, incitmek istemiyorsan onlara da aynı hassasiyetle yaklaş ve sakın kalplerini kırma, gönüllerini incitme…”.
Ben hiç kimsenin evlâtlarını mutsuz, huzursuz olsun, evlerinde kavga gürültü eksik olmasın, eşi ve eşlerinin aileleri ile birbirlerini kırıp, incitsinler diye evlendireceğine, onlara bu niyetlerle bir yuva kuracağına inanmıyorum. Ancak maalesef toplumumuzdaki ahlakî ve kültürel erozyonun doğal bir neticesi olarak her ilişkimizde olduğu gibi, aile içi ilişkilerimizde de kantarın topuzu sıklıkla kaçmakta, belki de karşımızdakileri bize mahkûm, nazımızı çekmeye mecbur kişiler olarak algıladığımızdan olsa gerektir; benlik, gurur ve kibir ateşimizle önce en yakınımızdakileri yakıp kavurmakta bir beis görmemekteyiz. En başta eşlerimiz ve çocuklarımız, sonra da eşlerimizin ebeveynleri, kardeşleri, akrabaları hadsizliklerimizden, densizliklerimizden nasiplerini almaktalar. Bunun sonucunda da hiç yere, anlamsız yere Rahman’ın nazar ettiği kalpleri paramparça etmekte, sevmek ve sevilmek üzere yaratılmış ruhlarımıza önce öfkeyi, sonrasında da yalnızlık ve kederi reva görmekteyiz. Bu nedenle eğer eşlerimizi gerçekten seviyor isek, onlara değer veriyorsak, önemsiyorsak bunu ailelerine, akrabalarına ve bilhassa anne babalarına ve kardeşlerine göstereceğimiz saygı ve sevgi ile ispat etmek ve bunu yapmak suretiyle de ilişkimizi bezemek, süslemek, daha da güzelleştirip sağlamlaştırarak Allah’ın (cc) razı olduğu bir evlilik haline getirmek zorundayız. Nasıl ki bize; ana, babamızı “yanımızda ihtiyarlık çağına ulaştıklarında “öf” bile demeyecek, azarlamayacak, onlara tatlı ve güzel söz söyleyecek kadar” sevmemiz emrediliyordu,
işte eşlerimizin anne, babasına karşı da hal ve tavırlarımız aynı minval üzere olmalıdır.
Şimdi şöyle bir eleştiri de gelebilir elbette; “iyi de birader onlar da rahat durmuyorlar ki, her işimize karışıyor, bizim evlerimizi eşlerimiz üzerinden yönetmeye kalkıyorlar”. Eğer vaziyet böyle ise eleştiri haklı ve yerindedir. Bazı anneler, oğulları büyüse dahi fiziki olarak doğumda kesilen göbek bağını maalesef psikolojik olarak bir türlü kesememekte, mutlu olsun diye evlendirdikleri çocuklarını hanımlarından kıskanmakta, cehaletten ve nefsaniyetten neşet eden bu hallerinin başta kendi oğulları olmak üzere herkese ne kadar zarar verdiği, herkesi ne kadar yaraladığı ve örselediği de umurlarında olmamaktadır. Bu tipler gelinlerini adeta kendi üzerlerine getirilmiş kumalar gibi (ne alakası varsa oysaki) algılamakta ve dünyayı gençlerin başına, hem dünyayı hem de ahireti de kendi başlarına dar etmektedirler. Çoğu zaman, zaten fanusta büyümüş, kişiliği yeterince gelişmemiş evlâtları da anneleri tarafından habire şişirilen egoları ve okşanan gururlarının zıvanadan çıkardığı hal ve tavırlarıyla eşit ve adil davranmayı ıskalamakta, kendilerine “EMANET” edilen “gözler sevinci” eşlerini incitebilmekte, hatta bazen zorbaca kaba kuvvete dahi başvurabilmektedir. Bazen daha da ileri gidilmekte, anlaşmazlıklar, kavgalarla, boşanmalarla, yaralama ve maalesef ölümlerle dahi sonuçlanabilmektedir.
Bazen de kız tarafı rahat durmamakta, sanki evlâtlarını “emanet” etmemiş gibi, sanki her an eziyet ve zulüm edilecekmiş gibi bir ön yargıyla yuva kavramıyla yeni tanışmış, yeni yeni bu birlikteliğe tutunmaya başlamış gençlere hayatı zorlaştırmaktalar. Çokça duyarız etrafta “kızım, daha baban ölmedi, çok şükür sana verecek aşımız, ekmeğimiz de var, elin kahrını niye çekesin” ya da “kızım seni niye okuttuk o kadar, elin zaten ekmek tutuyor, onun parasına ihtiyacın mı var, çık gel, bir oda da sana ve çocuklarına veririz, gül gibi geçinip gideriz”. Elbette bu sözlerin de söyleneceği, bıçağın kemiğe dayandığı zamanlar olabilir, ancak bunun daha ilk surat asmada, daha ilk anlaşmazlıkta dile getiriliyor olmaya başlanması, sabır, metanet, sağduyu, aklıselim önerilmesi gerekilirken ilk dalgayla yuvaların yıkılmasına yardımcı olunması kabul edilebilir bir davranış değildir.