Şehir hayatının betona ve griye boğduğu gönüllerimiz, tabiatın bin bir rengi içinde neşvünema bulmuş güzelliği ile şenlenir; ruhlarımız, kuş seslerinin rüzgarla karışık musikisi ile huzur bulur; zihinlerimiz, çağlayarak akan bir derenin soğuk suyunda berraklaşır.
Tabiatın “ana”lık vasfı, bu huzurun, neşenin belki de temel kaynağıdır. Tabiat, ana kucağı gibi sarıp sarmalar bizi; en dertli gönüller bile bir deva, bir derman, bir huzur sığınağı gibi sığınır o kucağa.Çünkü o kuçakta merhametin, şefkatin en ilahîsi, en yücesi vardır. Bir kuşun yiyecek arayışını seyretmek, karınca ile yarenlik etmek, bir ağacın rüzgarla salınışını izlemek, kelebeğin kanadındaki desenlerin ve renklerin estetiğine hayran kalmak, soğuk bir dereden su içmek, çimenlere uzanıp tazeliği çekmek ciğerlerimize… Binbir şekilde tecelli eden tüm bu güzelliklerin insana verdiği huzuru, dinginliği, merhameti, tefekkürü yürekten hissedip yaşarız tabiatta. Bu güzellikleri bahşedene daha bir artar hayranlığımız. O’nun güzelliğinin soluk bir gölgesi bile bu kadar güzelken kim bilir O, ne kadar güzeldir diyerek aşk ve tefekkür denizine dalarız, şükrü katık yaparak zihnimize.
Daha bir aşık oluruz tabiata ve onu “yaratan”a. Tefekküre hasret çorak topraklar gibi lime lime yarılmış gönüllerimiz, tabiat ananın kucağında suyla, rahmetle, merhametle, aşkla yeniden canlanır; insan olduğumuzu, bir kalp taşıdığımızı bizlere yeniden hatırlatır.
Görebilene ve tefekkür edebilene bir canlanma, bir arınma, bir öze dönme vesilesidir tabiat. Çünkü her şey, bir vesiledir, yoldur “vesile kılan”a. Gitmeyi bilmek gerek yalnızca, bir de bakmayı.
Bakmak…Hem gönül hem zihin hem de ruh gözüyle bakmak… Maddenin hamurundaki manayı yakalamak, o mana ikliminin havasını solumak, yağmurunda yıkanmak, rüzgarında serinlemek… Bir ana şefkati ile bizi bağrına basan tabiata evlat sadakatiyle sarılmak, çağın dinmez fırtınalarından yorulmuş ruhumuzu o kucakta dinlendirmek…
Merhum Abdülhak Hamit Tarhan’ın “Kürs-i- İstiğrak”nda :
“Otur şu minber-i deryâ-muhât-ı senge bir kerre, / Hemen Allah’ı gör şâmil semâdan bahr ile berre.”
(Taşını deryanın çevrelediği minbere bir kere otur / Gökyüzünden deniz ve karayı kaplayan Allah’ı gör.)
dediği gibi denizde, derede, çiçekte, dalda, ağaçta O’nu görmek ve o ilahi besteyi huzurla dinlemek…
Bakmak… Taşlaşmış gönüllerimizi ilahi rahmetin sağanak sağanak yağdığı tabiatın rahmet ikliminde ıslatıp yumuşatmak; kendimize, benliğimize, özümüze bakar gibi bakmak, kendimizi bulmak o ilahî tecelligahta.
Şair Ebubekir Eroğlu’nun :
“Yumuşayan yalnız toprak değil yalnız ağaç yalnız dal değil
Dinledikçe baharın sessiz sirenini
Kıpırdıyor çelimsiz sandığımız çimenler
İsa nefesi değmiş gibi”
mısralarında dediği gibi, tabiatın ilahî bir nefesle kıştan uyanması, canlanması, kıpırdanması gibi uyuşmuş gönüllerimizin de bu uyanışla canlanması, kıpırdanması gerekir; yani “en büyük sanatkarı” unutmadan şairce de gönülden bakmak gerekir tabiat anaya.
Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Eşrefoğlu, Mısrî gibi nice ehl-i gönül nasıl bakmışsa, nasıl görmüşse o aşikar sırrı; biz de öyle bakmalıyız gözlerimizi ve gönüllerimizi örten kesret örtüsünü kaldırarak, tabiatın vahdeti haykıran o zikrini benliğimizde duyarak.
Saygılarımla….