Efendim, sorgu ve suali, sadece ahirete bağlı görmek doğru değil kanaatimce. Maalesef, millet olarak bu hâle geldik. Belki, getirildik, demek daha doğru olur… Hâlbuki sorgu, eskiden beri adaletin tesisinde başat bir role sahipti. Mustantikler (=sorgu hâkimleri), elbette cezâ mahkemeleri hukukuna göre adlî vazifelerini icra ederlerdi. Sonra bu sorgulama işi, toplum hayatının pek çok alanına yayıldı. Diğer taraftan, sorgulama sadece aklın sahası dâhilinde değerlendirilerek bazıları tarafından da dinî anlayışın haricinde görüldü.
Hâlbuki sorgulama, insan tabiatının bir parçası idi. Rabbimiz de bugün ateistlerin iddialarının aksine Maide suresinin 101. âyetinde bize yeni dinî yükümlülükler getirecek sorular sormamamızı bildirerek; Kur’ân’la gelen emir ve yasakların bizler için yeterli olduğunu buyuruyordu (2/185). Yine “düşünmek” ve “aklı kullanmak” üzerine de bize pek çok âyette ikazlarda bulunuyordu.
Peki, biz ne yaptık?
Düşünme ve aklı kullanma işini, muktedirlere devrettik.
Hâlbuki Rabbimizin ilâhî hitabı ayrı ayrı her birimize idi. Dolayısıyla düşünen ve sorgulayan özgür bireyler yerine; düşünmeyen, sadece biat eden bireylere dönüştük veya dönüştürüldük. Elbette biat etmenin Doğu toplumlarında çok güçlü bir alt yapısı (kültür) da mevcut. Fakat, her alanda iktidar (güç), ayrı ayrı her bir ferdin düşün/e/mediği bir yapıya büründü. Bu yapıdan da çoğu zaman şikâyet ve huzursuzluk hâsıl oldu. Maalesef hâlâ olmaya da devam ediyor.
Elbette maarif de bu yapıdan bağımsız “düşün”ülemez. Belli ki düşünme ve aklı kullanmanın en yoğun ve en etkili bir surette elzem olduğu alan da maarif. Bizler ise maalesef kendi iktidarımızı olabildiğince sürdürmek için buna yeterince imkân vermeyi hiç istemedik. Kendi başımıza mülakatı kaldırdık, müfredatı değiştirdik ve öğretmenler için meslek kanunu hazırladık, fakat ferd-be-ferd düşünce ve akıllara ciddi mânâda hiç söz hakkı vermedik. İşimize gelen âkil adamları sahaya sürdük. Neticede çözümün bir parçası olması gerekenlerin kendileri de sorunun bir parçası hâline geliverdi. Tevhidi sağlayıp birlikten kuvvet al/a/madığımız için de kuvvetli olanların birliği ve dirliği için her daim gayret edip durduk. Kısacası netice hiçbir zaman maarif davasının lehine ol/a/madı.
Keşke Töreli büyük şair Yahya Kemâl’in kadim şiirimiz için söylediği şu mısralar, maarif davası için de geçerli olsa:
“Sönmez seher-i haşre kadar şiir-i kadim
Bir meşaledir devredilir elden ele”
Zaten, maarifteki asıl sorun da maarif davasının ayrı ayrı, ferd-be-ferd elden ele devredilerek müşterek bir şuur hâline getirilememesinden kaynaklanmıyor mu?