Modern dünyanın en büyük yanılsamalarından biri, sınırsız bilgiye erişim imkânının bizleri daha özgür düşünen bireyler yaptığı zannıdır. Oysa zihinlerimize kurulan görünmez bir altyapı, hangi bilgiyi nasıl işleyeceğimizi, neye nasıl tepki vereceğimizi ve hatta neyi arzulayacağımızı önceden belirlemektedir. Düşüncelerimiz, duygularımız ve tepkilerimiz, bize ait olmaktan çok, küresel bir pazar için üretilmiş, paketlenmiş ve ithal edilmiş gibidir. Bu kiralık bilinç durumu, hayatımızın en kritik iki alanında kendini acı bir şekilde göstermektedir: toplumsal hedeflerimizi şekillendiren eğitim anlayışımızda ve küresel adaletsizlikler karşısındaki duruşumuzda. Her iki alandaki başarısızlığımız, aynı kökten, yani kendimize ait bir dünya görüşü inşa edememiş olmaktan beslenmektedir.
İlerlemenin, başarının ve hatta iyiliğin ölçütleri artık yerli ve milli bir tefekkürün ürünü değil, dışarıdan dayatılan evrensel şablonların birer kopyasıdır. Eğitim sistemimiz, karakterli, kültürlü ve ahlaklı nesiller yetiştirme ana gayesinden saparak, küresel ekonomiye “rekabetçi bireyler” kazandırma yarışına indirgenmiştir. Batı’nın tanımladığı “21. yüzyıl becerileri” gibi büyülü kavramlar, kendi kültürel ve tarihsel gerçekliğimize uyup uymadığı sorgulanmaksızın birer kurtuluş reçetesi olarak sunulmaktadır. Bu sistemin en büyük başarısı, kendi toplumuna ve değerlerine yabancılaşmış, ancak küresel sistemle sorunsuz bir şekilde entegre olabilen zihinler üretmesidir. Bu, temeli ve mimarisi tamamen yabancı bir yapıya, sonradan birkaç geleneksel motif ekleyerek onu “bizim” yapmaya çalışmanın beyhude çabasından farksızdır. Sonuç ise ne kendine benzeyen ne de başkası olabilen, kimliksiz ve ruhsuz bir nesildir.
Zihinsel altyapımızdaki bu kiralık olma durumu, vicdani duruşumuzu da etkisiz ve yüzeysel kılmaktadır. Dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan bir zulüm karşısında gösterdiğimiz tepkiler, genellikle bir sorunu çözmekten çok, kendi vicdanımızı rahatlatmaya yönelik “görünür eylemler” olmaktan öteye geçememektedir. Sosyal medya profil resimlerini değiştirmek, kitlesel etiket kampanyalarına katılmak gibi eylemler, bir şey yapmış olmanın sahte tatminini yaşatır. Bu, bir kanser hastasının sadece ağrı kesicilerle tedavi edilmeye çalışılmasına benzer; asıl hastalık bütün vücudu sararken, bizler geçici bir rahatlamanın peşine düşeriz. En büyük trajedilerden biri de budur: Devasa bir sorun, önce bölgesel bir krize, sonra insani bir meseleye ve nihayetinde birkaç sembolik figürün ortadan kalkmasıyla çözülecek basit bir politik hataya indirgenir. Bu, sorunun kökenindeki sistemik adaletsizliği ve ideolojik zulmü görmemizi engelleyen, bilinçli bir saptırma taktiğidir.
Bize sunulan bu düşünce kalıpları, karmaşık gerçekleri anlamamızı engelleyen basit ikiliklere dayanır. Tarihsel ve ideolojik derinliği olan meseleler, tek bir kötü adamın başrolde olduğu basit bir “iyi-kötü” savaşı olarak pazarlanır. Bu, odağı sistemden kişilere kaydırarak, gerçek bir sorgulamanın ve köklü bir çözüm arayışının önüne geçer. Benzer şekilde, inancın ve adanmışlığın sarsılmaz gücü yerine, içeriği belirsiz ve evrensel bir “insanlık” söyleminin yüceltilmesi de aynı amaca hizmet eder. Bu, imanın dönüştürücü ve devrimci potansiyelini törpüleyerek, onu herkesin üzerinde uzlaşabileceği, kimseye rahatsızlık vermeyen, pasif bir duyarlılığa dönüştürür. Böylece, en derin inançlarımız bile küresel sistemin kabul edilebilir sınırları içine hapsedilmiş olur.
Bu durumu daha da vahim kılan, başkalarının inşa ettiği bir dünyada yaşamaktan gizli bir haz duymamızdır. Kendi dünya görüşünü inşa etmenin getireceği zorluk ve sorumluluktan kaçarak, hazır reçeteleri ve düşünce kalıplarını benimsemek, bir tür öğrenilmiş çaresizliktir. Bu, konforlu bir esarettir; ait olmadığımız bir dünyanın kurallarına göre yaşamanın getirdiği bir yabancılaşma, ama aynı zamanda o kuralların sağladığı sahte bir güvenlik hissi. Kendimiz olma cesaretini gösteremediğimiz için, başkalarının gölgesinde yaşamayı tercih ediyoruz. Bu, kendimize yaptığımız en büyük haksızlıktır.
Artık şu gerçeği kabul etmekten başka çaremiz yoktur: Hem eğitimde hem de küresel meselelerdeki duruşumuzda ihtiyacımız olan şey, ağlamaklı bir duygusallık veya göstermelik eylemler değil, “fikrî egemenlik” ve “sahici bir duruş”tur. Öncelik, insanımızı zihinsel, kültürel ve ahlaki olarak kendi kökleri üzerinde yeniden yeşertecek devrimci bir eğitim anlayışını hayata geçirmektir. Aksi takdirde, gözlerimiz her zaman ağlayacak yeni mazlumlar aramaya devam edecektir. Seçim nettir: Ya başkalarının yankısı olarak kalmaya devam edeceğiz ya da zorlu ama onurlu bir yola girerek kendi sesimizi bulacağız. Bu, sadece bir eğitim veya dış politika meselesi değil, bir varoluş ve haysiyet mücadelesidir.