Samimi Öğretmen
Bu yazım bir önceki yazımın devamıdır. Dolayısıyla bir bütünlük içinde okunursa konu daha iyi anlaşılır diye düşünüyorum. Bir önceki yazımda Kaliteli Öğretmen, İlk Öğretmen Anneler ve Pedagojik Formasyon Dersi üzerinde kısaca durmuştum. Bu ikinci yazıda ise aynı konuya farklı başlıklarla devam ediyorum.
Eğitim öğretimde samimiyetle ilgili yapmış olduğum okumalarımda çok ibretli şeylerle karşılaştım. Bir akademisyen olarak Cemil Meriç’in hayatını ilk okuyunca, onun okumayla ilgili bir cümlesi beni derinden etkilemişti ve hemen ezberlemiştim: “Bizde kitap ormanda yatan güzeldir; kendisini uyandıracak sevgilisini bekler” cümlesi… Peki, beni bu cümle neden çok etkisinde bırakmıştı. Çünkü o diyor ki: “Ben henüz ortaokulda iken tüm Fransız klasiklerini Fransızcadan okudum.” Bu fazla etkilenmemin sebebini sonradan hep düşündüm. Bu tefekkür ve okumalarım sonucunda öğrendim ki, Cemil Meriç, okuya okuya gözlerini kaybeden bir aydınımız, bir öğretmenimiz, aynı zamanda okuduğunu hazmeden bir düşünürümüz. Yani kitapla ilgili sözün beni etkilemesinin sebebini bu şekilde daha iyi algılayıp öğrenmiş oldum. Çünkü kitap okumayla ilgili söylediği sözde samimi bir insandı. Yani bizzat bunu hayatında gerçekleştiren samimi bir öğretmendi Cemil Meriç. Onun için öğretmen bir çocuğa kitabının önemini anlatırken, “Çocuklar, çok kitap okuyunuz, kitap çok faydalı bir şeydir” deyip de kendisi bunu yapmıyorsa, ya da öğrencilerine kitap okumayı tavsiye ederken en az yirmi kitap kendisi okumuyorsa, bu sözün öğrenci üzerinde hiçbir tesiri olmuyor. Bir başka örnekle devam edelim.
Yine samimiyetle ilgili şöyle bir hikâye okumuştum: Bir adamın oğlu bal hastalığına tutulmuş. Sürekli bal yiyor. Babasına bu hastalığın çaresi için Lokman Hekimi tavsiye etmişler. Baba da çocuğunu almış ve Lokman Hekim’e götürmüş. Baba, çocuğunun hastalığının sürekli bal yemek olduğunu ifade etmiş Lokman Hekim’e. Ne yaptıysa çocuğunu bundan kurtaramadığını söylemiş. Lokman Hekim babayı dinledikten sonra, ona: “Çocuğunu götür ve kırk gün sonra bir daha getir” demiş. Baba bundan bir şey anlamamış; ama meşhur hekimin dediklerini yapmanın gerektiğini de düşünerek, çocuğunu alıp evin yolunu tutmuş. Çocuğu da bu arada bal yemeye devam etmiş. Kırk gün dolunca, baba çocuğunu alıp tekrar Lokman Hekim’e götürmüş. Bu defa Lokman Hekim, çocuğun başını okşayarak: “Evladım bir daha sakın bal yeme” demiş. Ondan sonra da babasına çocuğunu al götür demiş. Meşhur hekimimiz arkasından da “O bir daha bal yemez” şeklinde düşüncesini ifade etmiş. Olanlara şaşıran baba, hekime, ya hekim, ben kırk gün önce çocuğumu size getirmiştim ve uzak yoldan gelmiş olmama rağmen hiçbir şey söylemeden, kırk gün sonra gelin dediniz ve ben de sesimi çıkarmadan çocuğumu alıp götürdüm. Madem bu kadar basit, bu sözü kırk gün önce söyleseydiniz ya. Ben de bu kadar yorulmaz ve kırk gün de boşuna beklememiş olurdum. Gülümseyen Lokman Hekim ona şöyle cevap vermiş: “Senin kırk gün önce geldiğin gün, ben de o gün fazla bal yemiştim. Bu sözümün tesir etmesi için kendimi zorlayarak da olsa kırk gün sizin çocuğunuza bu sözüm daha iyi tesir etsin diye bal yemedim” demiş. Gerçekten de bu “Bir daha bal yeme sözü” ona o kadar tesir etmiş ki çocuk bir daha bal yememiş ve bu hastalığından da kurtulmuş. Bu olay yaşanmış mıdır yaşanmamış mıdır? Bu çok önemli değil. Kıssadan maksat alınması gereken hissedir ve derstir. Dolayısıyla derse giren hocanın anlattığı her konuda samimi olması da çok çok önem arz ediyor.
Hatta günümüzde meşhur romancılarımızdan birisinin edebi sohbeti sırasında ona samimiyet konusunda bir soru sormuştum. O da bize, bu konuda “Bırakınız anlatma konusunda, yazma konusunda da aynı şey geçerlidir” demişti ve sözüne devamla “Ben yazdığım romanlarımda nerede ağlamış isem, sevgili okuyucularımın da o satırları okuduklarında ağladıklarına şahit olduğunu” ifade etmişti. Demek ki eğitim öğretimde samimiyet de en az bilgi kadar dikkat edilmesi gereken önemli bir konudur.
Bir eğitimci olarak, başka bir problem de son yıllarda gelen öğrencilerin bilgi ve zekâ seviyesinin düşük olduğunu müşahede ediyorum. Yani gelen öğrenci adeta gideni aratıyor. Çünkü bu öğrenciler her yıl daha düşük puanlarla geliyorlar. Yine ilköğretim ve ortaöğretimde aldıkları bilgi seviyelerinin de çok düşük olduğu görülmektedir. Allah’ın her insana belli bir zekâ seviyesi verdiğini tüm eğitimciler de bilir ve kabul ederler. Dolayısıyla işe asıl buradan başlamak gerekiyor. Zekâ seviyesi yüksek öğrencileri öğretmen yapmak için (artık hangi iktidar olursa olsun fark etmez) yılda kaç öğretmene ihtiyaç varsa o kadar öğrenciyi alıp çok iyi hocalarla eğitilmesi gerekiyor. Peki, bu zekâ seviyesi yüksek olan öğrencileri nasıl bu bölümlere kanalize edeceğiz. Bu çok da zor değil. Zekâ seviyesi yüksek olan öğrencileri bu bölümlere sevk etmek için, mezun olur olmaz hem iş garantisi verilmesi hem de şu anda öğretmenler ne kadar maaş alıyorlarsa ilk etapta en az iki katı maaş verildiğinde bu durum fıtri ve isteğe bağlı olarak değişecektir. Bunun dışında eğitimde hangi reformları ya da hangi çalıştayları yaparsanız yapın bu konuda bir arpa boyu yol almak mümkün değildir. Bilindiği gibi günümüzde, memleketimizin en zeki çocukları, Fen Lisesini kazanmak için gayret sarf ediyorlar ve oradan da öncelikle uygun bir tıp fakültesine ya da diğer sağlık alanlarında bir bölümü kazanmak için gece gündüz çalışıyorlar, daha doğrusu test çözüyorlar. Hâlbuki herkes bilir ki, meslekler içinde en zor meslek sağlıkçı olmaktır, doktor olmaktır. Zor bir meslek olduğu halde en zeki çocukların kendilerini zorlayarak bu okulları kazanmak için gece gündüz çalışmalarının sebeplerinin maddi olduğunu her aklı başında vatandaş bilir. Yani bu bilinmez bir sır değildir. Çünkü bu meslekler zor olmakla birlikte, iş garantisi olduğu ve diğer mesleklere göre maddi olarak da imkânları iyi olduğu için fazla tercih edilmektedir. Dolayısıyla öğretmenlerle ilgili az önce ifade ettiğim şeyler gerçekleşirse, yine zeki çocukların bir kısmı sağlık eğitimine yönelirken en az yarısı da eğitim öğretime ve öğretmenlik mesleğine yönelecektir. Öğretmenlerle ilgili önerdiğim şey akademisyenlik için de geçerlidir. Genç nüfusu fazla olan, işsizlik oranı yüksek olan devletlerde üniversitelerde akademisyen eksikliği olmaz, oralara başvuran birçok gencimiz olur. Ancak ben burada nitelikten, kaliteden, zeki ve kabiliyetli insanlardan söz ediyorum. Mesele sadece ihtiyacı gidermek değildir. Her şeye rağmen, yani maddi imkânsızlıklara rağmen yüzlerce gencimiz, öğretmen ya da akademisyen olmak için çabalıyor, ama bu konuda çaba gösteren gençlerimizin zekâ seviyeleri ve kabiliyetleri nasıldır. Bunu iyi düşünmek gerekiyor.
Aslında benim kısaca değindiğim konuları, milli eğitimde çalışanlar, bakanlar ve bürokratlar da bilmiyor değiller. Yine bu değindiğim şeylerin uygulaması o kadar da kolay olmadığını bilmiyor değilim. Ancak eğitim bir toplumun gelişiminde hayati önem arz ettiğinden bu zoru ne yapıp edip gelecek nesillerimiz için başarmak gerekiyor. Bunu da çok düşündüm. Neden siyasetçiler bunları bildikleri halde uygulamasına geçmiyorlar. Çünkü eğitim öğretim çok pahalı bir sektör. Ayrıca eğitim öğretimle ilgili aldığınız önemli bir kararın, ya da yukarıda bahsettiğim şeyleri gerçekleştirmek ve ondan sonuç almak için, en az on yıl, on beş yıl ya da yirmi yıl gerekiyor. Bir de eğitimle ilgili alınan kararlar ve iyileştirmeler hem yıllar sürüyor hem de yavaş ilerlediği için halkın nazarında pek fark edilmiyor. Ancak bir hükümet için bir yol yapmak, bir köprü yapmak, fabrika yapmak, cami yapmak, insanları maaşa bağlamak, maaşları arttırmak gibi şeylerde sonuç hemen alınıyor ve bunlar hemen oy olarak sandığa da yansıyor. Bunlar da elbette ki her siyasetçi ve diğer insanlar için önemlidir. Ancak eğitim öğretimle ilgili güzel kararları almak bir memleketin geleceği için çok çok daha önemlidir. Bu konuda siyasetçiler şunu da düşünüyor olabilirler. Eğitimle ilgili alacağım kararın neticesini on, on beş yıl sonra alacaksam, bu durum pek de işime yarayamayacak. Ya da o zamana kadar iktidarda kalıp kalmayacağım da belli değil diye düşünüyor olabilirler. Bu sözüm geneldir ve burada herhangi bir partiyi kesinlikle kastetmiyorum. Kendime göre bir durum tespiti yapıyorum ve bir eğitimci olarak kanaatimi belirtmiş oluyorum. Şimdi de MEB’in hazırlamış olduğu Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli taslak metni üzerinde duralım.
Milli Eğitimin hazırlamış olduğu Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli taslak metnini okudum. Çok güzel konular, çok güzel ifade edilmiş. Ancak bu güzel önerileri yerine getirecek, yukarıda bahsettiğim kalitede öğretmenlerimiz yok ise ve öğretmenlerimiz o donanımda değil iseler, bu güzel önerilerin uygulamaya geçemeyeceğini ve tüm bu emeklerin kâğıt üzerinde kalacağını düşünüyorum. Türkiye’nin yetiştirmiş olduğu meşhur öğretmenlerimizden ve kendi ifadesiyle kırk yıl öğretmenlik mesleğinde derse abdestsiz olarak girmeyen ve sınıfa girerken önemli bir mabede giriyormuş gibi giren Doç. Dr. Nurettin Topçu: “Muallim ruhumuzun, zihnimizin, maneviyatımızın sanatkârıdır. Devletleri ve medeniyetleri yapan da, yıkan da muallimlerdir” diyor ki, bu çok önemli bir tespittir.
Kısaca önerim şudur. Milli Eğiti Bakanlığı tüm bu güzel öneri ve hizmetleriyle birlikte, bu yazılanları gerçekleştirecek yukarıda bahsettiğim kalitede öğretmenler yetiştirmek için maddi manevi çabayı göstermesi gerekiyor. Yoksa yapılan güzel çalışmalardan pek bir sonuç alınamaz kanaatimi tekrar ediyorum.
Peki, bakanlıkça ne yapılması gerekiyor. Öncelikle bakanlık Türkiye’nin yıllık ne kadar öğretmene ihtiyacı varsa o kadar öğretmen adayı yetiştirip atamasını yapacaktır. Bu atayacağı öğretmenleri de başta birkaç üniversite belirleyerek oradan çok yüksek puan ile çok yüksek kalitede öğrenci alacaktır. Bu zeki öğrenciler, mezun olduklarında garanti öğretmen olacaklarını ve yüksek miktarda maaş alacaklarını bilecekler ve ona göre tercihte bulunacaklardır. Ancak bu alınacak zeki öğrencilerin okuması gereken kitaplar ve yapması gereken tüm eğitim yöntemleri yüksek seviyede verilecektir. Buraya alınan bu zeki öğrenciler, eğer gerekli performansı gösteremezler ise mezun edilmemesi gerekiyor. Tabi bu öğrencilere ders verecek Üniversite hocalarının da kendi alanlarında ve Milli Eğitimin belirlediği çerçevede yüksek seviyede donanımlı olmaları gerekiyor. Burada hükümetler için şöyle bir problem yaşanacaktır. Şu anda ne kadar öğretmen varsa herkes bu verilen maddi durumdan/maaştan faydalanmak isteyecektir. Bu konuda da benim daha önce Fatih Sultan Mehmet döneminden bahsedilen ve bir hatıra olarak okuduğum ve yaşanmış bir hadiseden faydalanmalarını öneriyorum:
Fatih Sultan Mehmet döneminde, bütçe müzakereleri varmış. Divan’da, vezirleriyle birlikte, meclisi toplayıp devletin bütçesini müzakere edeceklermiş. Vezirler, yani bakanlar gelmeden evvel, padişah, önündeki kâğıdın bir köşesine, medreseler tahsisatı diye yüksek bir rakam kaydetmiş.
Meclis müzakerelere başlamış. Maliyeye bakan vezir, o rakamı fark etmiş ve o yazılan rakamın büyüklüğü karşısında konuşamaz olmuş. Zeki padişah, vezirin sükûtunun sebebini anlamış ve sormuş:
“Vezîr-i emirim, bütçe müzakeresidir, burası asıl maliye vezirinin konuşacağı bir meclistir. Ancak bakıyorum susuyorsunuz?”
“Dinliyorum, efendim; istifade ediyorum.”
“Galiba şuraya yazdığım, medreseler tahsisatı rakamını mülâhaza ettiniz, çok buldunuz. Sükûtunuza sebep bu olsa gerek….” Padişah bunları söyleyince, vezir konuşmuş:
“Evet padişahım. Devletin bin derdi, masrafı var. Siz sadece birine atf-ı nazarda bulunmuşsunuz. Onların arasında bu rakamı fazla buldum.”
Zeki padişah, nazırını kırıp gücendirmek istemiyor, ikna etmek, gönlünü almak, tayin ettiği rakamı bütçeye koydurmak istiyor. Sormuş:
“Vezir-i emirim, bu kadar masraflarla yaşayan, yoluna bu kadar varlıklar serilen medreselerden, acaba, insan yetişmiyor mu diyeceksiniz?”
“Evet padişahım, öyle görüyorum, endişem budur.”
Vezir böyle konuşunca, padişah sözüne devam eder:
“Her meslek fire verir, fakat bu bilhassa ilim mesleğinde çok olur. Çünkü bunlar, peygamber vârisidir. Bu çok zor bir vazifedir. Bunun misali şuna benzer; “Kurşunî, kahverengi veya siyah bir kumaşı, kirli bir suya da sokup çıkarsanız, kuruyunca belli etmez, kirini göstermez. Sarık diye sarınsanız bile anlaşılmaz. Ama beyaz bir kumaşa, değil kirli su, küçük bir sinek bile değse iz bırakır, hemen fark edilir. “Bu meslek de beyaz tülbende benzer, çok fire verir. Yalnız size bir sualim var. Buna vereceğiniz cevaba göre o tahsisatı görüşeceğiz. Bu medreselerden, sizi beni tatmin edecek seviyede yüzde beş hoca yetişebiliyor mu?”
“Aman padişahım, artık bu da mı olmasın!”
Vezir bunu söyleyince, padişah şu cevabı vermiş:
“Eğer yüzde beş hakkıyla hoca yetişebiliyorsa, davayı kazandık, istediğimizi elde ettik, demektir. Bu yüzde beşin uğruna doksan beşi besleyeceğiz demektir.”
Bunun üzerine vezir de hakkı teslim eder:
“Padişahım yüzde beş iyi bir derece ise, buna razı olunacak ise, ben de sizinle beraberim, devam edelim, itirazımı geriye aldım” der.
İşte gelen hükümetler bu örnekten hareketle, muallimlerin ve diğer mesleklerdeki tüm hocaların maaşlarını nasıl vereceklerine karar vermelidirler. Ya yeniden alacakları ve yetiştirecekleri öğretmenlere ve mevcutlara yüzde beşin uğruna hepsine aynı maaşı verecekler ya da farklı bir uygulama yapacaklardır. Ancak benim kanaatim şudur: Yani yüzde beşin uğruna diğerlerini de beslemek olacaktır. Yoksa mevcut öğretmenlerin bir kısmı buna büyük itirazda bulunacaklar ve memleketi gereksiz bir tartışma ve kaosa sürükleyeceklerdir. Bana göre eğer Milli Eğitim Bakanlıkları iyi bir planlama yaparlarsa, gereksiz harcamaları engellerlerse bütçeleri bu durumu karşılayacaktır. Çünkü bakanlıklar içinde bütçesi en fazla ayrılan bakanlık son yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı olmuştur. Yazılacak çok şey var ama şimdilik bunlarla yetinelim. Tüm okuyucularıma selam ve muhabbetlerimi sunuyorum efendim…
· Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Kahramanmaraş, Türkiye, kemaltimur@hotmail.com
Prof. Dr. Kemal TİMUR·
Hocam teşekkürler
Ben de teşekkür ediyorum Ahmet Yahya Bey. Selam ve muhabbetlerimle hayırlı çalışmalar diliyorum.
Ellerinize dilinize yüreğinize sağlık saygıdeğer hocam.
Çok teşekkür ediyorum Hasan hocam. Selam ve muhabbetlerimle hayırlı çalışmalar diliyorum
Özellikle son günlerde gündemden düşmeyen eğitim ve eğitimci (öğretmen) konularına çok yönlü bir şekilde değinilmiş kaliteli ve nitelikli bir yazı olmuş . Kaleminiz daim olsun hocam.
Çok teşekkür ediyorum Gizlem. Kolaylıklar diliyorum.
Kaliteli öğretmen yetiştirmenin yolu ancak bu kadar güzel anlatilabilirdi. Birçok eğitimcinin hislerine tercüman olunmuş
Çok teşekkür ediyorum M. Yusuf Bey. Selam ve muhabbetlerimle hayırlı çalışmalar diliyorum.
Çok yerinde ve dikkate alınması gereken tespitler… Yüreğinize sağlık değerli hocam
Çok teşekkür ediyorum Aliye.
Kıymetli Hocam,
Elinize, emeğinize ve yüreğinize sağlık.
Çok teşekkür ediyorum Ahmet hocam.
Sayın Hocam zekilik sayısal yada sozele göre degismesi gerekiyor. Genelde sayısalcilar zeki olur. Öğretmenlik için çok kitap okuyan insan lazım çok zeki olmaya gerekte yok sanırım. Öğretmen mesleğine kendini adamali her öğrencisiyle bire bir ilgilenmeli o zaman eğitim ve öğretim iyi olur.
Yüzyüze gelince bu konuda anlatacaklarım var ama şimdilik teşekkür ediyorum İbrahim.
☪️Evet müfredat, materyal, mekan vs fakat eğitimin her zaman için birinci meselesi eğitimcidir.. dâvâ daima insan davası, islam davası, kur’an ve hayat davası.. ahlak meselesidir..
elinize, aklınıza, kalbinize sağlık.. rey, görüş ve düşüncelerinizde isabet.. fikir ve harekâtınızda istikamet hocam.. ☪️
Çok teşekkür ediyorum.
Ağzına sağlık Kemal hocam, çok güzel konulara değinmişin. Dünyada en büyük silah kalemdir.
Çok teşekkür ediyorum Ziya. Selam ve muhabbetlerimle hayırlı çalışmalar diliyorum.