Eğitim, okul, öğretmen, dayak, mütevazılık, dik duruş, karakter oluşumu ve koyun olmak istemeyen yakın geçmişin çocukları hakkında bir deneme.
Bizim nesil, (altmış yaşın üzerinde olanlar) orta ve liseye giderken gömleğin üstüne süveter giyer, kravat takardı. Süveteri pantolonun içine sokar, sonra pantolonu kemerle boğmaya çalışır gibi iyice sıkardı. Bu giyim tarzıyla ne çocuk ne gençtik, İkinci Dünya Savaşı döneminin memur emeklisine benzerdik. Hepimiz öyleydik.
Bize mütevazılık diye başımız önde, kambur yürümek öğretildi. İleriki yıllarda bu yürüyüş şeklimi değiştiremedim. Yürüyüşüm bir doktor arkadaşımın dikkatini çekmiş. “Sen de kemik erimesi olabilir. Bir kemik ölçümü yaptırırsan iyi olur, erken önlem alınır” dedi.
Bu sözleri duyduğumda kırk yaşındaydım. “Kemik erimesi daha ileri yaşlarda ortaya çıkmaz mı?” diye sordum.
Bazen erken yaşlarda başlarmış. Kontrole gitmem benim için iyi olurmuş.
Doktor önerdi, randevu aldı, muayene oldum, kemik ölçümü yaptırdım. Doktor sonuçları kontrol ettikten sonra, kemik yoğunluğumun iyi olduğunu söyledi.
“Sizinki sadece duruş bozukluğu. Yürürken sırtınızda kambur görünümü oluşuyor. Bazı egzersizler yapar, duruşunuzu düzeltirseniz, bu görünümünüz kaybolur” dedi.
Ben kendimde bir sorun olmadığını biliyordum. 12 yaşında İmam Hatip’e başladım. Burada, başımız önde, sağa sola bakmadan yürümemiz gerektiği konusunda sürekli uyarılırdık. Dik durmak, dik yürümek kibirlilikti. Esas olan mütevazılıktı; onun vücutta tezahürü ise süklüm püklüm duruş, eğik baştı.
Cuma namazına topluca götürülürdük. Çoğunlukla aynı öğretmen nezaret ederdi. Taşrada orta büyüklükte bir ilçede yedi yıl kadar görev yapan o öğretmenin, adını ve şöhretini (!) bilmeyen yoktu. Şöhreti dayakçılığından geliyordu. Bugün il olan o ilçe, onun kadar acımasız, gaddar, dayakçı birini bir daha görmedi.
Dayakçı öğretmen, bir değil, iki değil, üç değildi. Okulda öğretmenlerin yarısından fazlası dayakçıydı. Bunlar dayağı bir eğitim yöntemi (!) olarak benimsemişlerdi. Gaddarlığıyla ünlenen kadar işin tekniğini bilmeseler de yöntem (!) aynıydı. Öğrencileri sadece sınıfta değil, koridorda, lavaboda, kütüphanede, mescitte, nerede kafalarına eserse orada döverlerdi.
En gaddar olanı, Cuma namazına götürürken de elinden sopasını bırakmazdı. Cadde ortasında, bir bayram geçit töreni düzeninde, grup halinde, uygun adım yürüyen öğrencilerden birçoğunun bazen kafasına, bazen sırtına, bazen bacaklarına sertçe sopa inerdi.
Dayağın sebebi, başını yerden kaldırmak, sağa sola döndürmekti. Bir evin penceresine, yoldan geçen bir kadına baktığına kanaat getirmesi de olabilirdi. Ya da yanındaki arkadaşla konuşmak, gülmek ve daha başka yüzlerce sebep…
Sopa ve dayakçı varsa, dayak kaçınılmaz. Ünlü Rus yazar Anton Çehov’un, “Eğer tiyatroda ilk sahnede duvarda bir silah asılıysa, oyunun sonunda o silah mutlaka patlar” sözünün örneğini milyonlarca kez yaşadık. Tiyatro değil, gerçekti.
Başımızı öne eğip, gözümüzü ayakkabımızın ucundan ayırmayacaktık. Dimdik yürümeyecek, kibirli görünmeyecektik. Taşkınlık en büyük suçtu. Boşluğa tekme savurduğumuz için bacaklarımız morarıncaya kadar dayak yiyen çocuklardık. Hoplamak, zıplamak, koşmak ve coşkulu olmak galiba yasaktı. Bir eksiğimiz başımızda sarık, üstümüzde cübbeydi. Yine aynı şahsın en sevdiği işlerden biri kılık kıyafet zaptiyeliğiydi. Pantolon paçası bolsa, saç biraz uzunsa yandığımızın resmiydi.
Hem ergenliğe yeni giriyorduk hem bastonlu yaşlılar gibi yürümemiz isteniyordu. Buna ve başka isteklere karşı çıkan arkadaşlar, okula erken veda ettiler. Veda edenlerin sayısı okul mevcudunun yarısından fazlaydı. Dayaktan en çok nasibini alan ve okuldan ayrılmamakta direnen bir arkadaşımız yıllar sonra Milli Eğitim Bakanı oldu. Şimdilerde peş peşe kitaplar yazıyor. Anılarında bu gaddar adama da epeyce yer ayırdı.
Ağaç yaşken doğrulur. Ama bizi yaşken eğdiler. Doğru olmamızı sağlamak için çareyi bunda buldular. Eğilenden çok kırılanımız oldu. Yürekleri sızlamadı. Bunca yıl geçti. Vicdan azabı yaşadıklarını da sanmam. Hangi ruh halindelerse özür dilemek ya akıllarına gelmedi ya kendilerine yakıştıramadılar.
Doktor arkadaşa bunu anlattım. Ben ağaç yaşken eğilir diye inanan üç beş kişinin fiziksel veya sözlü şiddeti yüzünden kambur yürüyenlerdendim. Dönem arkadaşlarım da benim gibiydi.
Gerçekten ağaç yaşken eğilirmiş. Beni ve yaşıtlarımı eğdiler. Kemik erimesinden değil, uslu ve terbiyeli çocuk olalım diye emek verdiler (!) O dayakçıların, terbiyecilerin hakkını nasıl ödeyeceğim bilmiyorum (!)
Süveter giymek ve süveterin pantolon içine sokulması bir modaydı. Moda denilen olgu gelip geçicidir, dönemseldir, trenddir. Moda demode olur. Giyim tarzımızı değiştirmekte hiç zorlanmadık. Şimdi yetmiş yaşındaki emekli imam bile blue jean giyiyor. Kılık kıyafet ruhumuzu zedelemedi. Eski fotoğraflarda bir nostalji olarak karşımıza çıkınca gülümsetebiliyor. Vücudumuzun formu ile ruh halimiz öyle mi? Değiştir değiştirebilirsen.
Altmış yaşıma girdiğim ay bir kez daha kemik ölçümü yaptırdım. Doktor, sonuçlara baktıktan sonra, “Her şey normal. Beş yıl sonra gelin” dedi.
Çin’de lotus ayak olarak adlandırılan bir gelenek varmış. Dönemin güzellik anlayışı gereği kız çocuklarının ayakları büyümesin, küçük kalsın diye beş yaşına bastıklarında korkunç bir işlem uygulanırmış.
Kız çocuklarının parmak kemikleri kırılır, sonra da ayakları sıkı şekilde tahta kalıba veya dar bir ayakkabıya alınırmış. Böylece kızların ayakları üçgen şeklini alır ve büyümezmiş. Ayak deforme olduğu için kadın yürümekte zorlanırmış, ne gam…
Kadın, ayağı ne kadar küçükse o kadar güzel kabul edilirmiş. Bu uygulama yasaklanmış. Bir Çinli edebiyatçının kitabını okumuştum. Bu konuyu işliyordu. Sıkça ‘kan ayaklı’ ifadesi geçiyordu. Çok etkilenmiştim. Yazarın ve kitabın adını unuttum. Çinli Yu Hua’nın “Yaşamak” adlı eseri olabilir mi? Ya da Nobel ödüllü Mo Yan’ın. Hatırlayamadım.
İnsanoğlu nelerle karşılaşıyor. Bedenlerimize şekil verme cüreti gösterip bunu başaranlar olmuş. Bizim dayakçı terbiyeciler Çin’de tahta kalıp uygulamasından haberdar olsalardı, mutlaka denemeye kalkarlardı. Allah’tan cahildiler, çok şey bilmezlerdi ve en çok dünyadan haberleri yoktu.
Şimdi farklı mı? Bedenlerini kurtaranlar, zihinsel kalıba sokulmuyor mu? Manevi kamburluktan, fikri tutsaklıktan, fanatiklikten herkes iki büklüm. Sadece görmüyoruz. Ceremesini manevi yönden çekiyoruz. İç dünyamız sızlıyor ve kanıyor.
Ağaç yaşken eğilir ve her insan evladını birileri eğmeyi başarıyor. Oysa insanın eğileceği tek yer Allah’ın huzuru. Onun dışında dik durmak lâzım.
Ağaç yaşken doğrulur. Şimdiki gençler bize göre şanslı. Ne 1940’ların emekli memuruna benzer kıyafet giymek, ne boynu bükük olmak zorundalar.
Onların karşısına da çıkıyordur, eğip bükme, kırıp dökme ve dayak atarak terbiye etmeye çalışan öğretmen müsveddeleri. Ama onlar pabuç bırakanlardan değiller. Ne mutlu ki öyleler.
Başı önde, gözler ayakkabının burnunda ve omuzları düşük bir genç görsem, mazideki günlerime geri dönerim. Bizi kendi çapsızlıklarına kurban edip, baş eğmeye alıştırmak için canlarını fedaya hazır (!) cahilleri hatırlar, hepsine sonsuz hürmetlerimi (!) sunarım.
Canlılar sevgiyle yaklaşanı da, canını yakanı da unutmaz. Sadece insan değil, mahlukatın her türü. Eğmeyiniz, eğilmeyiniz, bedeli ne olursa olsun, dik durmanın mücadelesini veriniz. İnsan onuru bunu gerektirir.
Not: Birkaç yıl önce yazdığım bu yazıyı bana hatırlatan, Prof. Dr. Vildan Serdaroğlu Coşkun’un, Maarifin Sesi’nde, 13 Ekim Pazar günü yayınlanan “Ağaç Yaş İken Eğilir” başlıklı makalesi oldu. Her şey vaktini beklermiş.