eğitim,öğretim,terbiye,talim,Meb,Üniversite,öğrenci,öğretmen,muallim,öğretim üyesi,maarif,aile,
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Ankara
Hafif Yağmurlu
21°C
Ankara
21°C
Hafif Yağmurlu
Cumartesi Hafif Yağmurlu
20°C
Pazar Az Bulutlu
20°C
Pazartesi Açık
23°C
Salı Parçalı Bulutlu
25°C

Prof. Dr. İsmail AYDOĞAN

Kahramanmaraş’ta doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Kahramanmaraş ve Ankara’da tamamladı. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitim Yönetimi ve Teftişi Bölümünden mezun oldu. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimler Enstitüsünde, aynı alanda, yüksek lisans ve doktora yaptı. 2015 yılında profesör oldu. "Kuram ve Uygulamada Eğitim Bilimleri", "Eğitim ve Paradigma", "Kültür Temelli Eğitim", "Eğitimin Türkçesi", "Eğitimde Nezaket", "Bir Dava Adamı Nurettin Topçu" ve "Eğitimin Kimlik Arayışı" adlı kitapları yazmıştır. Ayrıca ulusal ve uluslararası dergilerde yayımlanmış altmışın üzerinde kitap bölümü, makale ve bildirisi bulunmaktadır. Çalışma alanları, eğitim felsefesi, eğitim politikası, eğitim sosyolojisidir.

    Üniversite üzerine düşünceler

    Batıda üniversite, Akademi’yi kuran Platon’dan neredeyse 19.yüzyılın başına kadar soylularındı. Fransız devrimiyle birlikte görünürlüğü azalan soyluluğun (aristokrasinin) bizim gibi ülkelerde olumsuz gösterilmesi batıdan gelen bir zihinsel sömürü göstergesidir. Bizde aristokrasi yok ama zihinsel sömürüyle sürekli kötülenen Saltanatı da bu bağlamda anlamak gerek. Gerçi saltanatla soyluluk aynı şeyler değildir; saltanat bir yönetim sistemidir, soyluluk ise yönetim biçimi de olmakla birlikte daha çok bir prestijdir. Bizde saltanat kaldırıldı ama soyluluk, batılı ülkelerde demokrasinin toplumları çapulculaştırma faaliyetine rağmen İngiltere, İspanya, Belçika, Hollanda gibi ülkelerde halen devam etmektedir. Bizde bunların sembolik olduğuna inananlar az değil. Oysa hiçbir şey sembolik değildir.

    Benzer bir durumu din adamlarının soylular gibi üstün olduklarına inanmalarında da görebiliriz. Orta çağla birlikte din adamları, kutsallığın temsilcisi olarak her zaman prestijli bir alana sahip olmuştur. Üniversitede de tek söz sahibiydiler. 13. yüzyıldan itibaren ise hem soylular hem de din adamları üniversiteyle hem tanrıya yakınlıklarını hem de insanlara olan hükümranlıklarını sürdürdüler.

    Üniversiteye burjuvazinin tasallutu 16. Yüzyıldan sonra başladı. Bunda hem soyluların hem de din adamlarının üstün olmak ve hükmetme alışkanlıklarını kısmen abartmaları ve sömürgeciliğin cilveli yıllarında Amerika kıtasından getirilen altın ve gümüşlerle hayatın gidişatının değişmesi de oldukça etkili oldu. Bu değişimden soylulara ve din adamlarına karşı gelmekle varlıklarını gösteren burjuvanın üniversiteyle ilişkisi de pay alacaktı. Burjuvazinin amacı soyluların ve din adamlarının üniversite üzerindeki hâkimiyetini kırmaktı. Nitekim kırmıştır da. Zira parayı veren düdüğü çalmalıydı. Ne var ki burjuva bu hâkimiyeti kırmış olmasına rağmen, eline geçirdiği üniversiteyi ne yapacağını bilememiş; bir süre sonra tek bildiği şey olan ticaretle, parayla üniversitenin ilişkisini kurabilmişti. Böylece üniversite, burjuvayla birlikte pratiğin emrine girmiştir. Burjuva tarafından gerçekleştirilen Fransız ihtilalinden sonra üniversitenin esas misyonu olan üstün olma ve hükmetme misyonu zayıflamış, ticari amacı öne çıkmıştı. Bu da burjuvaziyle üniversitenin sıradanlaşmasına, sokağa bırakılmasına yol açmıştır. Buna rağmen günümüzde üniversite okuyan bir gencin kendisini üniversite okumayanlardan üstün görmesinin ve bir işe kendini daha layık olduğunu düşünmesinin altında üniversitenin üstün olma ve hükmetme duygusunu derinlerde bir yerde devam ettiği söylenebilir. Burjuvazi, 20. Yüzyılın son çeyreğinden sonra ele geçirdiği üniversiteyi hem ticaretleştirmiş hem de bir planör olarak kullanmıştır. Bugün olan da budur. Bir planör olarak üniversite bazen siyasetin bazen ticaretin bazen kültürün bazen dinlerin bazen de modernitenin taşıyıcısı olma görevini yerine getiren, şirketokrasinin bir aparatı haline gelmiştir.

    Peki, üniversite batıda, önce soyluların, sonra din adamlarının ve en son ise burjuvanın planörü olmaktan öteye gidebildi mi? Gidemedi. Ama batıyı takip eden ülkeler garip bir şekilde bunun gittiğine inandılar. Özellikle burjuvazinin güdümündeki üniversiteyi, toplumları geliştiren bir kurum olarak gördüler. Onların birer üniversite görünümlü şirket olduğuna inanmadılar. Tıpkı tüm günahına rağmen demokrasiyi mükemmelleştirme iddiasına inandıkları gibi üniversiteyi de “hayırlı bir hale” getirmeye çalıştılar. Hâlâ da çalışıyorlar. Bu nedenle üniversiteye fazlaca sorumluluk, hedef, amaç çizdiler ve çiziyorlar.

    Peki, Batının serüveninde üniversitenin bu hali genel geçer bir gerçeklik midir? Biz doğulular üniversitenin şirketleşmesine inanamadık, bunu kabul etmedik, onları birer irfan yuvası olarak telakki ettik. Hatta bu inançla üniversite ile medreseyi aynı kefeye koyarak, bunları birbirine benzeştirerek ciddi bir tarihi hata da yaptık. Evet, bu hatayı yaptık, hâlâ yapmaya devam ediyoruz. Oysa medrese üniversite değildir, üniversite de medrese değildir. Bunlar birbirine benzemeyen iki farklı oluşumlardır aslında. Çünkü üniversitenin ortaya çıktığı kültürel iklimle medresenin ortaya çıktığı kültürel iklim bambaşka iklimlerdi. Amaçları, misyonları, görevleri ve işlevleri bambaşkaydı. Her şeyden önce medresenin bir üstünlük ve hükmetme amacıyla kurulduğu söylenemez. Medrese baştan beri toplumsal nizamı korumak maksadıyla kurulmuştur. Halkın ve insanın düşünme biçimine bir halel gelmemesi, İslam tasavvurunu koruma ve geliştirme arzusu medresenin asıl amacıdır. Medrese dini bir amaçla kuruldu; misyonu, işlevi, görevi dini idi. Bozulması da bu ulvi amaçlardan uzaklaşmasıyla yani liyakatsizlikle olmuştur. Bir başka deyişle çokça dillendirilen medresenin kendini yenileyememesi yahut matematik ve doğa bilimlerine önem vermemesi medresenin bozulma nedeni değil, tam tersi, kendi ulvi amaçlarından taviz vererek bu tür alanlara önem verilmesi gerektiğine inandığı için bozuldu ve yıkıldı. Zira medrese, batıdaki anlamıyla bilim yuvası değil, İslami anlamda ilim irfan yuvasıydı. Piri Reis, Farabi, Harezmi, Cezeri, Biruni, İbn Sina, Ferazi gibi İslam bilginleri bir medrese mezunu değildi. Bunların zamanında medrese bile yoktu. Ali Kuşçu gibi 15. Yüzyıl insanlarının medrese geçmişi olsa da burada esas olan medrese değil kendi medresesini de kuran Uluğ Bey gibi adamlardı. İhtisas medreselerini dikkate alsak bile bizim tarihimizde medrese tek bir ilim yuvası değildi, ilim yuvalarından sadece biriydi. Asıl ilim yuvası olarak adlandırılacak olan yerler daha çok askeri alanlar ile şimdiki ifadeyle sivil alanlardı. Müslümanlar asker millet olduğundan, devlet askeri alanda varlığını sürdürmüş, tüm gelişmeleri, icatları, önemli adımları kendi himayesinde bu alanlarda geliştirmişti. Osmanlı’nın bu anlamda bir yanlışı varsa o da bu gelişmelerin olduğu alanları desteklememesi değil, bu tür girişimleri kurumsallaştıramamasıydı. Bugün bu değişmiş de değildir.

    Üniversiteye tarihimizde benzer bir kurum aranıyorsa, bu, üniversite örnek alınarak kurulan Darülfünun’dur. Bu da benzerlikten ziyade taklittir. Medresenin benzeri Platon’un Akademisi de değildir. Tekrar edelim: Medrese medresedir, üniversite üniversitedir. Medreseyi Osmanlı’nın üniversitesi olarak görmek ve bunları birbiriyle kıyaslamak, kıyas mantığına aykırıdır. Bunların farklılığı batının ve doğunun iki farklı dünya olmasıyla ilgilidir. Evet, İngiliz sömürgeciliğine yazdığı övgülerle tanınan Rudyard Kipling’in dediği gibi “Doğu doğu’dur, Batı Batı’dır ve bu ikili hiçbir zaman bir araya gelmeyecektir; ta ki yer ve gök Tanrının büyük hüküm kürsüsünde hazır bulunana kadar.” Buna doğulular, ironik bir şekilde Müslümanlar da, inanmadı. Hâlâ da batısız bir hayat düşünemiyorlar. 1718 yılında III.Ahmet padişahımızla başlayan “Batının tekniğini alalım ama ahlakını almayalım” inancının taraftarı az değil günümüzde. Batıya göre hayatımızı tanzim etme geleneğimiz resmi olarak 1839 yılında Tanzimat fermanıyla başlamış fakat bir süre sonra bitmiş değil. Tanzimat dönemi bütün hızıyla devam ediyor. Biz bu dönemden henüz çıkmış değiliz. Günümüz üniversitelerinde bunun güncel adlandırması akreditasyon ve Bologna sürecidir.

    Batıda “üstün olma ve hükmetme” amacıyla kurulan, burjuvayla birlikte ticaretleşen üniversitenin günümüzde sermayenin planörlüğünü yapması, esasında üniversitenin batının /burjuvanın/ sermayenin elinde sömürge aracı olduğunu gösterir. Evet, bugün üniversite sömürgeleştirme misyonunu bihakkın yerine getirmektedir. Neredeyse tek fonksiyonu budur. Bundan dolayı Batı dışı ülkelerin üniversitelerinin hemen hepsinin batıya dönük yüzünde görünen şey gelişme adı altında sömürgeleşmedir. Batıdaki kimi üniversite görünümlü şirketlerin bütçesi çoğu Afrika ülkelerinin bütçesinden fazladır. Mesela 2023 yılı itibariyle 7 milyar bütçesi olan Harvard Üniversitesinin bütçesi Namibya’nın, Senegal’in ve Çad’ın bütçesinden fazladır. Küresel düzeyde akademik yayın yapan Elsevier’in 2023 yılı bütçesi 4 milyar dolar, Springer Nature’nin bütçesi 2 milyar dolardır. Bu bütçeler Somali’nin, Gabon’un, Burundi’nin, Madagaskar’ın bütçesinden fazladır. Dolayısıyla Stanford, MIT, Harvard, Oxford, Cambridge gibi üniversiteler aslında birer şirkettir. Bu şirketler burjuvanın aynı zamanda birer planörüdür. Avrupa ve Amerika dışı ülkelerin çoğundaki üniversiteler, bu şirketlerin birer şubeleri mesabesindedir. Çünkü bunlara göre kurulmuşlar ve tüm alanlarda ölçütleri bu şirketler (üniversiteler) koymuştur. Bugün Türkiye’nin de dâhil olduğu birçok batı dışı ülkenin üniversitelerinde akademisyenler, akademik unvan almak için bu üniversitelerden icazet almak zorundadır. Aksi takdirde ne profesör ne de doçent olabilirler. Üniversiteler birer şirket olduğundan akademisyenlerde birer “çalışan” oldular. Üniversiteler projelerin üretildiği, satıldığı, dağıtıldığı birer şirkete dönüşmek için hızla yol alıyorlar. Onlara benzemek için Bologna sürecini uyguluyorlar, bölümlerini akredite olabilmek için yüzbinlerce para harcıyorlar.

    Sonuç olarak;Batıda ticarete boyun eğdirilen üniversite anlayışını taklit eden bizim gibi batı dışı ülkelerde kurulan üniversiteler, hiçbir zaman derde deva olmadı ama medreseyi de liyakatsizliğimizle biz bitirdik. Hâlihazırda ülkemizdeki üniversiteyi de, okulları da düzeltecek olan, bu sefaletten kurtaracak olan bizim kendimize karşı dürüstlüğümüzdür. Bizi, ne batının kurumlarını ve tekniğini taklit etmek ne de onların ürettiklerine bizim anlam dünyamızı boca etmek (örneğin değerler eğitimini İslami eğitim sanmak) kurtarır. Bizi kurtaracak olan her ne yapıyorsak kültürü temel alan bir anlayışla hareket etmektir. Bu liyakattir, şeffaflıktır, ahlaktır, edeptir, terbiyedir, samimiyettir. Çünkü biz bu özelliğimizi kaybettiğimiz için yenildik. Bu özelliğimizi kaybettiğimiz için taklitçi olduk. Bundan dolayı üniversitemizi, okullarımızı, eğitimimizi ve öğretimimizi batıya bağlayan akreditasyonlarla, kalite kurullarıyla, PISA’dan gelecek olan aferinlerle iyileştiremeyiz; üniversiteye, okullara, eğitime ve öğretime ve en önemlisi hayata bakışımızı kültürel hale getirmek zorundayız. Bu yüzden zorunlu eğitime hayır diyerek, ilkokul sonrası mesleki eğitimi sıkı bir denetimle sivil toplum örgütlerine bırakarak, askeri ve sivil alanlarda matematik, doğa ve teknik bilimlerin gelişmesine fırsat vererek, medreseyi yeni bir formatta canlandırarak, üniversiteyi ise hakikati anlamamızı sağlayan beşeri bilimlerin alanı haline getirerek kültürel bir başlangıç yapabiliriz.

    Yazarın Diğer Yazıları
    Yorumlar

    1. Ahmet Tek dedi ki:

      Hocam, medrese ve üniversite ayrımını net olarak özetlemişsiniz. Tespitleriniz müthiş. Önerileriniz de öyle. Taklitte başarılı olamadığımızı düşünenlerdenim. Olamayız da. Doğu, Doğu’dur, Batı Batı’dır. Şafakla gurup gibi.