1981 yılında Adıyaman Kâhta’da dünyaya geldi. Orta öğrenimini Manisa’da tamamladıktan sonra Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne yerleşti. 2003 yılında buradan mezun oldu. Klasik edebiyatımızdaki edebî münazaralarla ilgili teziyle Hacettepe Üniversitesi, klasik edebiyat kürsüsünden yüksek lisans derecesiyle mezun oldu (2005). Daha sonra Erciyes Üniversitesi’ne atandı. Burada İsmâîl Rüsûhî Efendi’nin Şerh-i Mesnevî’si üzerine hazırladığı tezle doktor unvanı aldı (2010). Erciyes Üniversitesi’nde bir süre araştırma görevlisi ve Türk Dili okutmanı olarak görev yaptıktan sonra 2011’de Dicle Üniversitesi’ne atandı. 2014’te doçent, 2019’da profesör olan yazar, hâlen Dicle Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Çeşitli edebiyat dergilerinde yazıları yayımlanan Tanyıldız’ın kültür ve edebiyat tarihimize ilişkin 9 kitabı bulunmaktadır.
İletişim: ahmettanyildiz@gmail.com
Prof. Dr. Ahmet Tanyıldız: Yıldız Sarayı’nı Gezerken
Anasayfa»Eğitim»Prof. Dr. Ahmet Tanyıldız: Yıldız Sarayı’nı Gezerken
Her mevsimi ayrı bir güzel İstanbul’u bir misafir olarak gezmeyi pek severim. Orada mukim olan dostlarımı ziyaret etmeyi, maziyi bugüne taşıyan mekânların deruni havasını teneffüs etmeyi arzularım. Bu sefer yine güzel bir vesileyle irfanımızın payitahtı olan bu görkemli şehirdeyim. İslâm Araştırmaları Merkezi’nin (İSAM) tertip ettiği Uluslararası Osmanlı Türkçesi Tenkitli Neşir Kursu’ndaki vazifemi yapmak üzere Üsküdar’dayım. Bu nezih semt, eski İstanbul’u günümüze taşıyan nadir yerlerdendir. Türk-İslâm renginin hâkim olduğu ama farklı inanç ve dilleri şefkatli sinesinde büyüten Üsküdar, mehib sükûnetiyle ziyaretçilerini sarıp sarmalar, tarih kokan sokaklarında sermest bir şekilde dolaştırır. Ruhunuz dinlendiği için bedenin yorulduğunu hissetmezsiniz. Bu sefer de aynı hislerle arşınladım sokakları.
Üsküdar’daki resmi işlerimi bitirdikten sonra sadık bir yâr-ı kadimin refakatiyle karşıya geçeceğiz. Sonbaharın habercisi gri bulutlar İstanbul semalarını henüz kuşatmamışken yolumuzu Beşiktaş’a düşüreceğiz. Niyetimizde tadilatı bitme aşamasında olan ve henüz ziyaretçi kabulüne başlayan Yıldız Sarayı’na gitmek var. Yolcu vapurunun terasına çıkıp Mihrimah Sultan ile Yeni Valide’den semaya yükselen tevhit nişanesi minarelere veda ediyoruz. Silueti bile hayranlık uyandıran tarihi yarımadayı uzaktan selamlıyoruz. On Beş Temmuz Şehitler Köprüsü’ne ve Çamlıca Camii’ne nazar ediyoruz. Hâsılı bir an-ı vahidde zihnen devr-i âlem yapıyoruz.
Beşiktaş İskelesi’ne indikten sonra Çırağan Sarayı’nı sağımıza alarak önce Şeyh Yahya Efendi’nin türbesine uğradık. Beşiktaş’ın sahile en yakın kısmında dik bir yokuşu tırmanarak ulaşabildiğimiz türbenin bahçesinde bizi kediler karşıladı. Sayısı yirmiye bâliğ kedi ailesi, bir vatandaşın sucuk salam ikramıyla güzelce ziyafet çekiyordu. İçimden “İstanbul’un kedileri dahi ağzının tadını biliyor. Öyle sıradan artıklarla değil, paketten yeni çıkmış sucuklarla besleniyor. Bu da Yahya Efendi’ye ikram edilen bereketin sırrı olsa gerek.” diye geçirdim.
Kanuni Sultan Süleyman’ın sütkardeşi olan Beşiktaşlı Yahya Efendi, boğazın dört manevi bekçisinden biri olarak kabul ediliyor. Bir dönem padişahın danıştığı akıl hocası iken Şehzade Mustafa’nın katlinden dolayı onu tenkit ettiği için azledilmiş. Bunun üzerine emekli olmuş ve Beşiktaş’ta bir bahçe alarak mamur hâle getirmiş. Araziye medrese ve vakıf kurarak ilim irfan hizmetinde bulunmuş. Vefatından sonra da oraya defnedilmiş. Türbesi o zamandan bugüne halkın uğrayıp dua ettiği bir yer olagelmiş. Biz de mekânın manevi havasını teneffüs ettik. Türbenin önündeki soğuk sudan içtik. Bir müddet eğlendikten sonra tekrar yola revan olduk.
Yahya Efendi Türbesi’nden çıkıp aynı rotadan meydana dönerken yol üzerinde Küçük Mecidiye Camii’ne uğradık. Osmanlı’nın son dönem mimarisinden izler taşıyan bu küçük ve ferah cami, klasikten moderniteye geçişin bir işareti gibiydi. Hem yerli hem Garplı. Tanzimat aydını misali eşikte kalan bir yapı…
Beşiktaş Meydanı’ndan yukarıya çıkan Barbaros Bulvarı, tırmanışı zevkli bir yokuştur. Arkanızda Dolmabahçe ile Çırağan, önünüzde Yıldız Sarayı. İhtişamlı tarihin nefes aldığı yapılarla modern dünyanın süsü olan devasa oteller bir arada. Geçmiş ile bugün arasında gelgitler oluyor insanın zihninde.
Yıldız Sarayı’nın ön bahçesine bu düşüncelerle girdim. Tadilattan sonraki ilk ay ücretsiz ziyaret edilebilen saraya girişler artık biletle mümkündü. Biletimizi sarayın bütün kısımlarını gezecek surette ayarladık. Büyük Mabeyn Köşkü’nden başlayarak sarayın ziyarete açık tüm bölümlerini gezme fırsatı bulduk. Özellikle padişahın kabul makamları ile bahçe ve kütüphane kısımları muazzamdı. Bir cihan imparatorluğunun tüm ihtişamını tek bir salonda görebilmek insanı hayrette bırakıyor.
Yaklaşık bir asır boyunca, yani Sultan I. Ahmed’den Abdülmecid’e kadar birçok padişahın imarına katkıda bulunduğu bu saray, daha ziyade II. Abdülhamid ile hatırlanıyor. Zira Sultan Abdülhamid, cesur bir kararla yönetim merkezini değiştirmiş ve gelişmeleri günbegün buradan takip etmiş. Zaman zaman sertleşen tarz-ı siyasetini bu sarayda belirlemiş. 31 Mart İsyanı’nı takip eden zamanlarda ise bürokratik bir katakulli ile vazifesine yine burada son verilmiş. Onun gidişinden sonra devletteki çözülme hızlanmış; zamanında sert bir muhalif tutum alan üst düzey yöneticiler ve devrin münevverleri onu hasretle yâd eder hâle gelmiş.
Sarayın irili ufaklı kısımlarını gezerken buna benzer düşünceler zihnimi meşgul ediyordu. Yakın tarihin bu ciğer-suz manzaralarını hatırlamak insanı üzüyor. Koca bir dünya devletinin on yıl içerisinde eriyip yok oluşunu görmek o dönemin aydınlarını kim bilir ne kadar kahretmiştir! Ne hazindir ki tarihimizi hep ifrat ve tefrit ile hatırlıyoruz. Osmanlı’nın dağılma dönemini, Birinci Dünya Savaşı yıllarını ve cumhuriyetin teşekkül aşamalarını akl-ı selim ve adil bir vicdanla değerlendirebilirsek hakikate erişebiliriz. Ama ne çare ki hakikat hâlâ Kaf Dağı’nın ardında…