1966 yılında Kahramanmaraş/Göksun’da doğdu. 1987 yılında Dörtyol İmam Hatip Lisesinden, 1992 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldu. Yüksek lisans ve doktorasını aynı üniversitede tamamladı. Millî Eğitim Bakanlığına bağlı olarak Ankara’da öğretmenlik ve idarecilik yaptı. 2006-2007 yıllarında Azerbaycan’da Bakü İslâm Üniversitesinde misafir öğretim üyesi olarak çalıştı. 2010 yılında Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalında göreve başladı. 2018 yılında Doçent, 2023 yılında Profesör unvanı aldı. Bu süreçte; 2011-2015 ve 2017-2022 yılları arasında Üniversite Genel Sekreterliği görevini üstlendi ve üniversitenin kurucu ekibi arasında yer aldı. Halen aynı üniversitede akademik çalışmalarına devam etmektedir.
Temel çalışma alanları Halvetîlik, Nakşibendîlik, Hâlidîlik, Güneydoğu Anadolu Bölgesinin dini ve sosyal hayatı ile tasavvuf edebiyat ilişkisidir. Akademik çalışmaları yanında Sûfî Bir Aşk Yolcusu, Mem u Zîn Masalı, Şeyh ve Kilise, Cudi gibi romanları, değişik edebiyat dergilerinde yayınlanmış yazıları, gezi notları ve bestelenmiş şiirleri bulunmaktadır.
Evli ve iki çocuk babasıdır.
Telaşlı adımlarla İstiklal Caddesinde yol alıp Hüseyin Ağa Camii’nin avlusuna vardığında Abdülhakim Arvâsî ile göz göze gelen Necip Fazıl Kısakürek sanki Musa kesilmişti. Hani Musa peygamber iki denizin birleştiği yere kadar hiç durmadan yürüyeceğini söylemiş ve nihayetinde yanındaki Yuşa ile balıklarını kaybettikleri o yerde Allah’ın kullarından bir kul ile karşılaşmıştı. Dıştan bakıldığında kendisi gibi bir kul, ama kendisine rahmet ve ledün ilmi verilmiş özel bir bilgiye sahip özge bir kuldu karşılaştığı kişi. O karşılaşmada neler oldu, neler konuşuldu bilinmez. Ama bilinen bir şey vardı; Musa Peygamber o kula hayran olmuşçasına ona talebe olmayı istemişti. Ona bağlanmış, yolunda yoldaş olmayı dilemişti.
Kendisinin haberdar olmadığı o özge kulun ilminden öğrenmek istemiş ve şöyle demişti: “Doğruya ulaştıran sana öğretilen ilimden bana öğretmen için sana tabi olabilir miyim?” O gün Hz. Musa, o kula öğretilen yani vehbî ilmi öğrenmek için dervişlerin demir leblebi yemek gibi zor dedikleri seyr u sülûka benzeyen bir yolculuğa talip olmuştu aslında. Çünkü irfan denilen bu ledün ilmi, yolda öğrenilirdi ancak yoğrularak. İlim sebat, irfan seyahat isterdi çünkü. Gel gör ki bu yolda talip olmak da yetmezdi bir başına. İşte bu yüzden “Sen benimle beraberliğe sabredemezsin” şeklinde uyarılmış, muradına ermek için iradesini sabitlemesi yani mürid olması istenmişti sanki.
Bunun üzerine Musa peygamber, çıktığı bu yol için iki konuda söz vermişti: Sabredecekti ve kendisini uyaran kişinin sözünden asla çıkmayacaktı. Bu söz üzerine Hızır olduğu kabul edilen o kişi, sabır ve söze itaat yanında üçüncü bir talep ve tembihte bulunmuştu: “Eğer bana tabi olursan, sana o konuda bilgi verinceye kadar hiçbir şey hakkında bana soru sorma!” Çünkü ilim yolunun besmelesi okumak ve sormak, irfan yolunun besmelesi susmak ve dinlemekti. Mesnevi-i Şerif’e “Bişnev in ney” diyerek başlanması bundandı. Gerekirse bir gassalin elinde ölü gibi susmaktı. Malumdur; duymayan konuşamaz dinlemeyen boş konuşur. Üstelik sükutta siyâdet vardır.
Necip Fazıl Kısakürek de tam otuz yaşına eriştiği 1934 yılında, iki denizin birleştiği yeri andıran, dünyadan çıkışın ve ilahî huzuru erişin eşiği bir Cami avlusunda hiç tanımadığı bir vaizle karşılaşmıştı. Hayatında ilk defa gördüğü o kimsenin gözlerince vurulmuş, o gözlerin tesiriyle donmuşçasına olduğu yerde durmuştu. Sanki karşısındaki kişi, adımını attığı yeri yeşerten Hızır’dı. O da Musa peygamberin Hızır’a bağlanması gibi, kendine bir özge alemin kapısını işaret eden gözlerin özünde yaktığı ateşle harlanmış ve dili lal olmuştu. O an neler olduğunu tam olarak anlayamasa da huzurunda durduğu kendi Hızır’ına bir mana kemendiyle bağlanmıştı. Necip Fazıl sırlı gözlerle vurulduğu işte o anı sonradan şöyle tasvir etmişti:
Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız
Ruhuma büyük temel çivisini çaktınız
Bir bakışla bir hayatın nasıl değiştiğini o günden sonra anlamaya başladı Necip Fazıl. İki denizin birleştiği yere giden Musa peygamber için zahir ilminin dışında bir de ledün ilmi olduğu gösterilmiş ve sabrederse o ilmi öğretecek bir de ârif gösterilmişti. Necip Fazıl de karşılaştığı Abdulhakîm Arvasî’nin gözlerinde gökyüzünden haber veren, yeryüzünün yâr yüzü olduğunu gösteren bir nur görmüştü. Ama bunun için mekân hiyerarşisinin sıfır noktası olan bir cami eşiğe kadar yürümesi gerekmişti. Eşikte beklemenin ilk adımını atmıştı. Bekleyene muradı hep uzaktı, yola düşüp yürüyene ise uzaklar bile yakındı. O da yola düşmenin ödülünü almıştı. Bir uçurtma gibi göklere çıkardığı nefsini gökte seyrederken, göğü yaratanı görmeden yaşadığını itiraf etmişti.
Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum
Gök yüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum
Ne ilginçtir ki bir zamanlar nefs-i emmârenin bütün silahlarını kuşanmış olan Beyoğlu ve İstiklal caddesinin merkezinde yer alan Ağa Camii’nin haline hüzünlenen Nazım Hikmet de gençlik yıllarının hissiyatıyla “Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen” demişti. Hatta “Burda bütün gözleri bir siyah el bağlıyor / Yalnız senin göğsünde büyük ruhun ağlıyor” diye eklemiş ve nihayetinde camiye hitaben şöyle seslenmişti:
Ey bu caminin ruhu: Bize mucize göster
Mukaddes huzurunda el bağlamayan bu yer
Ağa Cami’nin ruhu, 1934 yılında mucizesini gösterdi ve Beyoğlu gibi bohem bir ruh, Cami avlusunda bir gözün tesiriyle el ve gönül bağladı. Hayatının kalan kısmını ancak o gönlünü bağladığı ile anlamlı gördü ve Ben demeden önce O dedi.
Huzur dileyen herkes, kendi Hızır’ını bulmalı değil mi?
ibrahim bey daha önceki Arvasi hz. anma programında A.Arvasi’nin Ankara’ya gelişinde Arvasi hz’lerinn Hacı Bayram’ı selamladığını… Onun da cumhuriyetin kuruluşuna destek sağladığını belirtimşsiniz gibi anladık. Hacı bayram’ın öyle bir durumu yok kendisi 500 sene önce yaşamı onu nasıl cumhuriyetle eş tutarsınız? Ve ayrıca yukarıdaki yazınızda Arvasi hz. için bir vaiz kelimesi kullanmışsınız, o bir vaiz değil mürşid-i kamilli mükemmil
As Orhan Bey, Arvasi hazretlerinin selamladığı Hacı Bayram Veli Hazretleri’nin kabridir. Elbette Hacı Bayram Veli Hazretlerini selamlayamaz. Ancak makamlar sahipleri ila kaimdir. Makama hürmet sahibine hürmettir. Arvasi Hazretlerinin vaiz olarak tanımlanmasına gelince; Necip Fazıl’ın onunla tanışması bir vaaz sonrasında başlamış olmasına işarettir. Yoksa Arvasi hazretleri hem alim, hem arif, hem aşık hem vaiz ama bütün bu hasletleriyle birlikte bir mürşid-i kamildir. Selam ve hürmetle kalınız.
ibrahim bey daha önceki Arvasi hz. anma programında A.Arvasi’nin Ankara’ya gelişinde Arvasi hz’lerinn Hacı Bayram’ı selamladığını… Onun da cumhuriyetin kuruluşuna destek sağladığını belirtimşsiniz gibi anladık. Hacı bayram’ın öyle bir durumu yok kendisi 500 sene önce yaşamı onu nasıl cumhuriyetle eş tutarsınız?
Ve ayrıca yukarıdaki yazınızda Arvasi hz. için bir vaiz kelimesi kullanmışsınız, o bir vaiz değil mürşid-i kamilli mükemmil
As Orhan Bey, Arvasi hazretlerinin selamladığı Hacı Bayram Veli Hazretleri’nin kabridir. Elbette Hacı Bayram Veli Hazretlerini selamlayamaz. Ancak makamlar sahipleri ila kaimdir. Makama hürmet sahibine hürmettir. Arvasi Hazretlerinin vaiz olarak tanımlanmasına gelince; Necip Fazıl’ın onunla tanışması bir vaaz sonrasında başlamış olmasına işarettir. Yoksa Arvasi hazretleri hem alim, hem arif, hem aşık hem vaiz ama bütün bu hasletleriyle birlikte bir mürşid-i kamildir. Selam ve hürmetle kalınız.