Osmanlı Devleti, kurulduğundan itibaren Rumeli adını verdiği Avrupa kıtasındaki topraklarda kalıcı bir yurt edinme vizyonuna sahipti. Millet sistemi ile İslam dininden olmayan ve soy itibarıyla da Türk olmayan Balkan ve Doğu Avrupa halklarının dini kolektif kimliklerini tanıdı ve bu halkları, kurduğu devlet düzeni içine dahil etti.
Osmanlı yönetim felsefesinin temellerini Aristo, Platon gibi düşünürlerin yanı sıra; Farabi, İbn-i Sina, Fahreddiner-Razi, İbn Miskeveyh, Kınalızade ve Katip Çelebi gibi felsefeci ve bilginlerin eserlerinde görmek mümkündür. Farabi, toplumsal hayatın tesisinin insan türü için bir zorunluluk olduğunu belirtmiştir. Ona göre, içtimai’ (toplumsal hayat) oluşturma ancak işbirliği, dayanışma, yardımlaşma ve iş bölümü çerçevesinde mümkündür. Şehir (medine), millet ve milletler topluluğu şeklinde bir teşkilatlanma içinde olan toplumlar; insana has yetkinliklerin ortaya çıkmasına imkan sağlayacak nitelikte olurlar. Bu şekilde bir örgütlenme içinde bulunan insanlar, kendilerince tanımını yaptıkları mutluluğa erişmeyi gaye edinirler. Gerçek anlamda mutluluğu gaye edinen toplumlar, erdemli olarak anılacakları bir yapılanma içinde olmalıdırlar. Erdemsiz mutluluk olmaz.
Farabı’nin “es-siyasetü’l-medeniyye” teorisi; erdemli toplumu gaye edinerek ilmi, ahlaki ve dini veçheler olmadan gerçeklik kazanmayan sosyo-politik hayatı kavramlaştırmıştır. İbn-i Sina da insani ihtiyaçların karşılanmasının işbirliği,dayanışma ve işbölümü içinde gerçekleştirilmesi kadar; söz konusu toplumsal alanda adalet ilkesini tam olarak uygulayabilmek de gereklidir görüşünü ileri sürerek kanun üzerinde durmuştur. Ona göre herkesin kabul edeceği kural ve kanunları koyacak kişi, vahiy alan bir nebi olmalıdır. İbn i Sına’nın toplum hayatı, sosyal ilişkiler, hukukun kaynağının vahye dayanması ve adil uygulamalar çerçevesinde ileri sürdüğü görüşlere katılan Fahreddin er-Razi; onun siyaset teorisine nizamü’l-alem kavramını eklemiştir. Klasik Osmanlı düşünce sisteminde sık sık tekrarlanan bu kavram, “toplumsal düzen” anlamında kullanılagelmiştir. Kanuni Sultan Süleyman devrinde yaşayan Kınalızade Ali Efendi (1510-1572) ise Farabi’nin yukarıda temas ettiğimiz görüşlerini yeniden yorumlayarak Türk milletinin asırlar boyunca sürdürmeye muvaffak olduğu devlet modeli üzerinde durmaktadır. Vatanın korunması, devlet sisteminin güçlendirilmesi, adaletin hakim kılınması, ordunun güçlenmesi, devletin halk ve ordu ile bütünleşmesi gibi hususlara önem vererek siyasi ahlak konusunu geniş bir bölümde incelemiştir. O, XVI. yüzyılda geniş bir coğrafyaya uzanan Osmanlı ülkesinin her bir yanının “müdün-i fazıla” tarzında erdem ve adalet ilkelerine sıkı sıkıya bağlılıkla yönetildiğini ve yönetilen mülkün de (yurdun da) ancak adaletle ayakta kalacağını ifade etmektedir.
Farabi ve İbn-i Sına’nın görüşlerinden yola çıkan Taşköprizade(1495-1561), erdemli bir toplum ve medeniyet oluşturmak noktasında medeni hayatla (temeddün) dini hayat (tedeyyün) arasında uyum kurmaya önem atfetmiştir. Osmanlı Devleti, hüküm sürdüğü asırlar boyunca özgün bir yönetim modeli geliştirmiş ve yönetimi altına giren veya kendisinin dahil etmesiyle tebaası olan halkların din, dil, mezhep vb. kimliklerine kamu düzenini bozan bir durum olmadıkça müdahale etmemiştir. Bu yüzden Osmanlı Devleti’nin bir zamanlar idaresi altında yaşayan halklar, bağımsız olduklarında geçmişlerinde asimilasyon yaşamadıkları için kolayca milli devletlerini kurma imkanı bulmuşlardır. Bu durum; Balkanlar, Arap Yarımadası ve Afrika’daki Osmanlı toprakları için ortak bir gerçekliktir.
Yeryüzünde medeniyetler arası çatışma mı vardır yoksa medeniyet, insanlığın ortak bir malı mıdır? Bu soru XIX. yüzyılın sonlarından itibaren tartışılmaktadır. Batı dünyası, İngiltere’de 1789’da kurulan ilk buharlı dokuma fabrikası ile sanayi devriminin
başladığına hükmetmektedir. Bu tarihten sonra yeryüzünde üretilen teknoloji, teknolojinin nasıl kullanılacağının bilgi ve tecrübesi, üretilen akademik bilgi, son iki yüzyılda ortaya çıkan ulusal ve uluslararası düzeydeki kurumlar, değerler yani hasılı insanlığın ortak malı olarak görülebilecek hemen her bilimsel keşif ile üretilen kültür ve sanat; Batıdünyası tarafından sahipieniImektedir.
Soğuk Savaş’ın bitmesinden sonra daha bariz olarak vurgulandığı ve Fukuyama’nın “tarihin sonu” olarak adlandırdığı tezde de ifadesini bulduğu şekliyle Batı, sanayi ve teknoloji ile ulaştığı noktayı zirve olarak görmektedir.
Diğer medeniyet merkezlerini ise Batı medeniyetinin bir aşaması gibi kabul etmek ve başka hayat tarzlarını da kendisine zorunlu olarak yönelecek ve adapte olacak geçici bir insanlık hali olarak düşünmek, bazı Batıaydınlarının tercih ettiği yorumlardandır.
Ayrıca söz konusu yaklaşım sahipleri, Batı medeniyetini biricik görme noktasındaki kendi yorumlarını bütün dünyanın kabul etmesi doğrultusunda çalışmayı; medeni bir vazife olarak salık vermekten de geri durmamaktadırlar.
Makedonya Cumhurbaşkanı Gjorge lvanov, tarih profesörü olarak Osmanlı devrindeki Balkan tarihini değerlendirirken “Millet Sistemi”nin; farklı etnik topluluklara ait insanlarabir yandan dil, din ve kültürel değerlerini yaşamalarına imkan verirken diğer yandan bir arada huzur ve barış içinde ortak değerlerin paylaşılmasına da fırsat verdiğini; Osmanlı Devleti’nin içinde yaşayan diğer etnik grupları, AB içindeki bağımsız devletlerin halkları ile karşılaştırarak AB’nin hala kat edeceği mesafeler olduğunu vurgulamakta ve şunları ifade etmektedir:
Batı Avrupa’da Protestanlar ve Katolikler uzun süre birbirleriyle savaştıktan sonra barış imzalayarak laikliğe geçmiş, dini sadece özel alana hapsedip dışlamışlardır. Din özel alana atılıp hoşgörü diye tanımlanan bir görüşortaya atılmıştır. Hoşgörü, sizi sevmesem de katlanırım anlayışıdır. Orta Doğu’da, Kafkaslar’da ve Balkanlar’da böyle bir gelenek yoktur. Bizlerde karşılıklı saygı felsefesi vardır. Bu kadar farklı dinlere ve dillere sahip insanlar bu sebeple yüzlerce yıl bir arada yaşadılar. Karşılıklı saygı, Batılıların ortaya attığı hoşgörü anlayışından çok daha kutsal ve ulvi ve üst bir anlayıştır. O yüzden bu bölgelerde Hristiyanlar, Müslümanlar ve Museviler yüzyıllar boyunca karşılıklı saygı içerisinde yaşamıştır. Osmanlı döneminde bunun adına millet sistemi denilmiştir.