Dil, tarih ve edebiyat araştırmacısı şair Orhan Şaik GÖKYAY, Destursuz Bağa Girenler kitabında Osmanlı’da “beşik uleması” konusuna Gelibolulu Mustafa Âli’den alıntı yaparak farklı bir açıdan bakar.
Gökyay’ın alıntıladığı metin şöyledir:
“Tarihçi Âli, medreselerin nasıl bozulduğunu, bilgi düzeyinin ne yoldan aşağılara düştüğünü şöyle anlatır:
“Padişah hocalarının oğulları, belli bir öğrenim yolunu yürümeden, hiçbir medresede sıra tahsili görmeden, beşikte iken mülazım olmuşlardır; söz söylemeye güçleri yettiği zaman müderrislik almışlardır; bülûğ çağma gelince büyük kadılıklara geçmişlerdir; tıraşları gelinceye değin de devlet kapısında türlü yerleri ve medreseleri dolaşmışlardır; tıraşları geldikten sonra da artık beş yüz akça ile mevleviyyete -müderrisliğin en yüksek katına- ulaşup arada sırada ellerine kitap alsalar bile bu kitaplarda muhazarâti cönk ve gazeliyâttan ibaret kalmıştır.”
İşte böyle okuyup yazma bilmeden, kitap karıştırıp alanında belli bir kata yükselmeden ortaya çıkan bilginlere, daha doğrusu bilgisiz oldukları halde devlet kapısında ancak bilginlerin doldurması gereken yerlere geçip oturanlara beşik ulemâsı denmiştir.”
Gökyay bu metni alışılageldik yorumlar dışında farklı bir değerlendirmeye tabi tutar ve şöyle der: “Bir yandan Âli’nin yakındığı yüzyıllarla bugünü karşılaştırdım. Demek ki biz o günden bugüne yerimizde sayıp durmuşuz. O günkü beşik ulemâsı ile bugünküler arasında bir ayrım gerekse, eskilerin ma’sum olduklarıdır. Ne bilsin beşikteki çocuk başkalarınca bilgin sayılıp müderris olduğunu ve devletten aylık aldığını!”iii
O günün beşik ulemasının bugünkü karşılığı “eşik uleması” olsa gerektir. Osmanlı’da geleneksel eğitim sistemindeki bozulma “beşik uleması” merkezli değerlendirmelerle eleştirilir. Beşik uleması yerden yere vurulur, günün sosyolojisi göz önünde bulundurulmadan anakronizm kokan acımasız eleştiriler birbiri ardına sıralanır. Dönemin eğitiminin olumlu yönleri görmezden gelinir, toptancı bir yaklaşımla tarihin çöplüğüne atılmaya kalkışılır; tıpkı Osman Nuri ERGİN’in yaptığı gibi.
Türkiye Maarif Tarihi isimli eserinde, aşağılayıcı bir üslupla “Medreselerin memlekete, Türklüğe ve ilim âlemine ne hizmeti ve faydası olmuştur?” sorusunu soran Ergin, bir yargıç edasıyla: “Bunları uzun uzadıya araştırmağa lüzum yoktur ‘hiç kimseyi yetiştirmemiştir.’ ” hükmünü verir.
Hatta Ergin, beş ciltlik eserinin önsözünde bilim adamı vasfından tamamen soyunarak tüm kin ve nefretini kusarcasına medreselere belki de tarih boyunca yapılacak en ağır hakaretlerde bulunur. İlimin/bilimin namusunun berhava edildiği bu metni sadeleştirmeden alıntılamak dahi “bir şeyin şüyuu vukuundan beterdir” fehvasınca akl-ı selimi fazlasıyla mahcup etmeye yeter.
Ergin şöyle diyor: “Birinci ciltteki bahisler, bir kısım eski kültürümüzü ve onları veren müesseseleri ihtiva ettiği için tarihî kıymetinden başka şimdiki nesli alâkadar edecek ciheti görülemez. Buna rağmen bugün tamamıyla bir müstehase olmuş olan medreselere 60 sayfa tahsis edişim, onun ne kadar mütereddi bir müessese olduğunu tesbit hattâ isbat içindir. Eskilikleri nisbetinde müstehaselere kıymet verilerek müzelerde saklanmaz, haklarında risaleler, kitaplar yazılmaz mı? İşte ben de bu maksatla bu müessese üzerinde nisbeten fazla durdum.”
Ergin, eserinde medreselere 60 sayfa ayırmasının medreselerin kıymetinden kaynaklanmadığını belirterek, okuyucuların 60 sayfalık kapsamlı metni gördüklerinde medreselere kıymet atfetme yanlışlığına düşmemelerini özellikle tembihlemiş. Osmanlı medreselerini olabildiğince aşağılamak için müstahaseivve mütereddiv sıfatlarını kullanarak içindeki zehri dışa vurmuştur.
Ergin, beş ciltlik Türkiye Maarif Tarihi isimli eseriyle eğitim tarihinin duayenleri arasında gösterilir ve bu alandaki akademik çalışmalarda kaynakçanın bir numarasına yerleştirilir. Ergin’e atıf yapmayan akademik çalışmalar ise eksik görülür. Beşik ulemasının beşiği bellidir, ama eşik ulemasının eşiğinin neresi olduğu genellikle gizli/saklı kalır.
Yaklaşık iki ay önce akademi dünyasında deprem etkisi oluşturan Prof. Dr. Recai Coşkun’un “Bilgelik Olarak Dijital İşletmecilik’ Comte’un ‘Religion of Humanity’sinden Sonra Sosyal Bilimler İçin Yeni Bir Felsefi Açılım Sunabilir mi?”başlıklı, tamamen uydurma makalesi, eşiklerden referans ya da güç alarak oluşan akademyanın bir kısmının ipliğini pazara boca ediyor. Makalenin uluslararası hakemli bir dergide yayınlanmış olması “eşik ulemasının” hangi derinliklerde yüzdüğünü açıkça ortaya koymaktadır.
Yine geçen hafta bir üniversitenin akademik personel alım ilanında adayın kendi ifadelerinden oluşan bir ilan metninin Resmi Gazete’de yayınlanmış olması sözün tükenişinin izharı oldu. Kim bilir, Osmanlıda beşik ulemasının bilinir olması günümüzün eşik ulemasının gizli/saklı oluşundan daha evla olduğu söylenebilir. Buna ilişkin uzun uzadıya değerlendirme yapmak da mümkündür.
Gökyay’ın yaptığı değerlendirmeden yola çıkarsak, beşikteki çocuk başkalarınca bilgin sayıldığını bilmediğinden masumdur. Öte yandan yetişkinlik çağına erdiğinde bu özelliğiyle bileneceği için gerek kendisi gerekse içinde yaşadığı toplum bu durumun farkında olacak ve ona göre tutum sergileyecektir. Hak etmediği halde eşik referansı ya da desteğiyle akademik unvan kazananlar ise toplum nezdinde “gerçek bir ilim adamı” sıfatıyla ipliği pazara çıkana kadar gizli ve saklı kalacaktır.