eğitim,öğretim,terbiye,talim,Meb,Üniversite,öğrenci,öğretmen,muallim,öğretim üyesi,maarif,aile,
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Ankara
Hafif Yağmurlu
18°C
Ankara
18°C
Hafif Yağmurlu
Çarşamba Hafif Yağmurlu
18°C
Perşembe Az Bulutlu
17°C
Cuma Az Bulutlu
16°C
Cumartesi Hafif Yağmurlu
13°C

O Bir Beşerdi Beşerin Bir Güzel Misaliydi

Onu bilgiye susamışlığıyla, ilme doymayan tarafıyla tanıdım ilkin. Ders okurduk bir grup arkadaşımızla. Hocamızdı ama bizden daha meraklı daha heyecanlıydı. Derslerde bir şey öğreteyim derdinden çok, bir şey öğreneyim heyecanını yaşardı. Bu hali bize de bulaştı, bir daha da çıkmadı.

Derse otururduk da zamanın nasıl geçtiğini bilmez, mekânın keyfiyetini sezmezdik. Hani “samanlık seyran olur” derler ya tam da onu yaşardık. Her ders, her kitap, her hoca bizim için susuzluğumuzu gidersin diye koştuğumuz umman olurdu. Bu duyguyu, bu heyecanı ve bu hedefi o vermişti bize.

Mütevazı bir kurumdu bulunduğumuz yer. Hadis Enstitüsü diye bilinirdi. Ufku açık, gönlü geniş, himmeti büyük, samimi ve sağlam insanlarca kurulmuştu. (Hepsinden Rabbim razı olsun.) Arkadaş grubumuz sayıca mütevazı ama ufukça muhteşemdi. Umman misali hocaların gayret ve emekleri oldu hepimizin üstünde. Müdürümüz Faruk Beşer hocamızdı.

Hocamızdı ama içimizden biriydi. Bizimle acıkır, bizimle susar, bizimle yorulur, bizimle savrulurdu. Ne yiyeceğiz diye düşünmek yerine ne okuyacağız, ne öğreneceğiz ve bugün hangi meseleleri çözeceğiz fikri zihnimizi kaplar, gönlümüzü sürükler, bizi alır bir ummana salardı. Ummanın suyunun içer de içeriz, ne ummanı tüketebilir ne de susuzluğumuzu giderebilirdik.

İlim işte böyleydi. Ne içeni kandırır ne kendini azaltır. İçtikçe çoğalır, içilen miktar kendisi yanında bir damladan küçük kalır. Boşa dememiş büyük adamlardan biri: “İlmim arttıkça cahilliğimin ne kadar çok olduğunun farkına vardım.”

O, işte böyle bir kökten geliyordu. O köke bizi de çekti. Kendine benzetti. Köke raptetti. Dikeyine göğe doğru, yatayına engin ufuklara; saldı bizi ummana, attı ırmakların coşkun akışına, en sert rüzgârların ortasına… O kök bizi tuttu da, ne umman yuttu ne ufuklar sınırladı ne ırmaklar sürükledi ne de rüzgâr savurdu.

İnsanız biz. Bazen savruluruz. Ama o kök var ya, çeker kendine getirir, aklı erdirir, izanı bildirir, insana yerini öğretir.

İşte tam da bu yüzden ne o bizim savrulmalarımızdan endişe duydu ne de biz onun. Anlayamayan sevenleri endişeye kapıldı kimi zaman, sevmeyenleri kof bir öfkeye. İlimden nasip almamış, cahilliğinin derinliğini görmemiş olanların hocayı anlamasını beklemek ise hendeğin başında devenin atlamasını beklemek gibidir.

Fıkhın kökünü de dalını da onunla tanıdım. Çok da sevdim, hatta o ummana dalayım dedim. Olmadı. O da hiç ısrarcı olmadı. Ben de ta İmam-Hatipli yıllarımda sevdasına kapıldığım fıkhın yanındaki ikinci ummana kelam ilmine daldım. Onun sayesinde iki ummandan da istifade ettim. Gördüm ki iki umman birbirini besliyor, biri olmadan diğerinin anlamı olmuyor.

Bizi o kadar kendine benzetti ki, onun gibi özgür olduk. Her birimiz kendi ummanımızı seçtik. O, tam da bunu istiyordu bizden. Tek bir umman bizi tatmin edemeyecekti, her birimiz ayrı ummandan aldıklarımızla ortak sofra kurabilecektik. Kurduk da nitekim. Zaten ummanları birleştiremezdik ama aldıklarımızı ve derleyip devşirdiklerimizi birleştirebilirdik. Öyle de oldu. Kimimiz fıkıh, kimimiz kelam, hadis, tefsir, tasavvuf hatta hızını alamayıp felsefi ilimlere kadar gidenler de oldu. Kimseye engel olmadı, herkesi bir yola koydu.

Özgürdük, korkusuzduk; cesaretin zirvesinde, heyecanın doruğunda yaşıyorduk. Çünkü kökümüzün sağlam, bağımızın kuvvetli, örneğimizin ve önderimizin ferasetli olduğunu biliyorduk. Yolumuz belli, istikametimiz tamdı. İslam yolu, Ehl-i Sünnet çizgisi, Ehl-i Kıble genişliği, insanlık haysiyeti ve hassasiyeti… Ayrıştırmadan ve ötekileştirmeden, birleştiren ve bütünleştiren…

Nereye gitsek, kiminle iş tutsak, nerede yaşasak, kimlerle buluşsak çok da önemli değildi. Özgüvenimiz yerindeydi, çünkü kökümüz derindeydi. Yerde olmamız tevazu, göğe ağmamız şahsiyetimizdi. O yüzden ne kimseye meydan okuduk ne de meydan okuyanlardan korktuk.

Ne güzel demiş Yunus:  “Ay oldum âleme doğdum, bulut oldum göğe ağdım.”

Bizim derdimiz ilim ummanlarından katre katre toplayabildiğimiz kadar almak, heybemize doldurmak ve birbirimizle paylaşmaktı.

Paylaşmada neyin merkez olması gerektiğini yine o bize gösterdi: Kitabımız Kur’an-ı Kerim. Allah’ın kelamı, insanlığın hidayet rehberi. Onu mihver edindik, her birimiz derya deniz bir tefsiri sahiplendik, onun etrafından toplaştık, meclisler oluşturduk, okuduk, okuduk, okuduk. Okudukça kanmak nerde, ilme susuzluğumuz arttı. Bulduğumuz her ummana saldırdık, daha fazla susadık. İlim suyundan içtikçe içtik, bir noktaya geldik: ilmin derinliğini, enginliğini, zirvesinin yüceliğini fark ettik. Meğer biz yolun başındaymışız ve kat etmemiz gereken çok mesafe varmış. Sona varmamız karıncanın çelimsiz ayaklarıyla Kâbe’ye varması gibiymiş. Varmasak da, yolda olmaktı bütün emelimiz. Hatta onun gibi yolda ölmekti.

Birbirinden kıymetli çok hocamız oldu, her biri bizim ummanımız oldu. Hele biri vardı ki, kitaplara kara sevdalı. Kitap almaya gitmezdi, kitaba dünür giderdi. Aşkla, tutkuyla giderdi. Heyecana kapılarak, cezbeye tutularak giderdi. Kitabı alması maşukuna kavuşması, okuması söyleşisi olurdu. Ondan da bulaştı bize. O da çıkmadı bir daha.

Demiştik ya, hocalarımızın her biri birbirinden kıymetli. Kimisi sakinliğiyle, kimisi tez canlılığıyla, kimisi derinliğiyle, kimisi enginliğiyle, kimisi heybetli duruşuyla, kimisi mütevazılığıyla… Çok şey öğrettiler bize, ilmimizi ve görgümüzü artırdılar, şahsiyetimize renk ve değer kattılar.

O’nun yeri başkaydı. Adeta orkestra şefiydi. Herkesi idare eder, hiç kimseye hissettirmezdi.

Kıvamını bulmuş kişiliğin, en güzel işçiliğin, halife sıfatına layık kılınmış beşerin bir güzel misaliydi.

Dedik ya o bir beşerdi, fark eden, farkını fark ettiren, ama göze sokmayan, kendini değil yolu gösteren, beşer cinsinin mütevazı ferdiydi. İsmiyle müsemma FARUK BEŞER’di.

Her beşer gibi faniydi. Dünyada kalış süresi ve ecel anı belliydi. Ne hayatında sıkıntı verdi ne hastalığında. Sekiz gün yattı, teslimiyetinin son örneğini sergileyerek gitti. Rabbi ondan razı o Rabbinden razı olsun, cennetine giren kulları arasına katsın.

Geride boşluk bırakmadı, nice kıymetli eserler, nice kulağa küpe sözler, nice öğrenciler, nice samimi gönüller, nice duygulu gözler ve mesrur yüzler bıraktı.

Durmak yok yola devam. Tam da onun bıraktığı yerden. Yakîne varana, ecele erene kadar. Tıpkı onun gibi, son teslimiyete kadar.

Öncesini hiç bilmeyenler bile onun son bir yılını, hatta son bir ayını bilseler, Rabbinin rızasına teveccühünü, ilme olan aşkını, Müslümanın derdiyle dertlenmesini, insanlığın kurtuluşuna vesile olma arzusunu yakînen fark ederler.

Hiç durmadı, hep çalıştı. Başka türlü de yapamazdı. O da öyle yaptı. Zaten öyleydi.

Bize çok şey kattı. O örneğimizdi, ilimde önderimizdi. Önderliğini mütevazılığının yeline vermiş, örnekliğini de mahviyetiyle gizlemişti.

Dedim ya içimizden biri, gönlümüzün serveri, doldurulmaz yeri, ilm u irfan eri…

Rabbim mağfiretiyle muamelede bulunsun,

Sevenleriyle cennet yurdunda buluştursun…

10 Receb 1445 / 21 Ocak 2024

Cağfer KARADAŞ

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.